.

.

,

,

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.































10 Mart 2009 Salı

KEMAL TAHİR

Türk Romanı'nın yüz akı, Kemal Tahir yüz yaşında

.


Yiğidi
.
Yüreğinden Tutup,
.
Yüreğinden Vururlar.
.
DEVLET ANA.
KEMAL TAHİR

.
Öldüğü gün
o yıllarda yayınlanan
Yeni Ortam Gazetesi
ölüm haberini
“ Tipi Dindi ”başlığıyla vermişti.
Gerçektende
Kemal TahirTürk edebiyatında
romanlarıyla yarattığı soluk kadar,
getirdiği tartışmalarla da
bir fırtına estirmişti.
Düşünce adamımız
Cemil Meriç
’in
Kemal Tahir
için

söylediği

söz
açıktı:
Türk Romanı’nın Yüz Akı ”.

23 Mart 2010 Salı, Öldüğü gün o yıllarda yayınlanan Yeni Ortam Gazetesi ölüm haberini “Tipi Dindi” başlığıyla vermişti. Gerçektende Kemal Tahir Türk edebiyatında romanlarıyla yarattığı soluk kadar, getirdiği tartışmalarla da bir fırtına estirmişti. Düşünce adamımız Cemil Meriç’in Kemal Tahir için söylediği söz açıktı: “Türk Romanı’nın Yüz Akı”.Ünlü romancımız Kemal Tahir’in doğumunun yüzüncü yılı. İstanbul’da Yüzbaşı Tahir Bey’in oğlu olarak dünya gelen Kemal Tahir babasını erken yaşta kaybettikten sonra üç kardeşiyle birlikte zor bir çocukluk önemi geçirir. Amcasının desteğiyle Galatasaray Lisesi’nde sürdürdüğü eğitimini, onu kaybettikten sonra tamamlayamadan ayrılır. Eğitimini neden tamamlamadığına dair bildiğim net bir bilgi yoktur. Okulu bıraktıktan sonra kömür işletmelerinde idarede muhasebe ve benzeri işlerde kısa bir süre çalıştıktan sonra Zonguldak’tan İstanbul’a dönüp gazete ve matbaalarda çalışmaya başlamıştır. Böylece basın dünyasıyla tanışmış olur.YENİ BİR UFUK, YENİ BİR SOLUKKemal Tahir’in Türk edebiyatındaki yeri, doğumun yüzüncü yılında bile hala hararetle tartışılıyor. Sağlığında onun romanlarına karşı kıskançlıkla hasetle arkasından laf edenler ölümünden sonra da bu sinsi tavırlarını sürdürmekten geri durmadılar. O’nun düşünce hayatımızdaki yerini tartışırken üç hususu dikkate almalıyız. Bunlardan birincisi romancı Kemal Tahir’in Türk edebiyatında neyi temsil ettiğiyle ilgilidir. İkincisi esas itibariyle romanlarında savunduğu düşünceler, tarih ve toplum üzerine geliştirdiği tezler, röportaj ve konuşmalarında ortaya attığı fikirlerle başlattığı tartışmalar, üçüncüsü ise dönemin sol akımları içerisinde ya da bunların karşısında ortaya koyduğu görüşlerle ilgilidir. Bir başka yazıda onun Devlet Ana’yla başlayan Yol Ayrımına kadar devam eden romanlarının Türk Edebiyatı ve fikir hayatı için arz ettiği önemi ele almayı düşünüyorum.Bilindiği gibi Kemal Tahir gençliğinin önemli yıllarını faşizan tek parti yönetiminin baskıcı rejiminin, hukuksuz uygulamalarına kurban vermiştir. Avrupa’da yükselen faşizme yönelik bir dış politika manevrası olarak içerde başlatılan ‘komünist tevkifat’ çerçevesinde yapılan operasyonlarda deniz Astsubayı kardeşi Nuri Bey’in okumak için görev yerine götürdüğü ve yasaklı olmayıp piyasada satılan Sabahattin Ali’nin bir hikâye kitabı ve romanını bulundurmaktan dolayı Kemal Tahir on beş yıla mahkûm edilir. Aldığı cezasının büyük bir bölümünü Çankırı Çorum ve Malatya Cezaevlerinde yatarak 1950 Menderes affıyla on iki yıl yattıktan sonra çıkar.PUTLAR KIRILIYORHapishane yılları onun için yeni bir çalışma düzeni demektir. İlk romanını Çankırı Cezaevinde yazar ve yayınlar. Arkasından ikinci romanı yine burada ortaya çıkar. Kemal Tahir için cezaevi, hayatı o güne kadar İstanbul’da geçmiş bir İstanbul delikanlısının Anadolu’yu Türk insanını tanıma fırsatına dönüşür. Çankırı’da çok önemli bir olay daha yaşar; tanıştığı cezaevi müdürüyle aralarında başlayan dostluğa kısa zamanda başkaları da katılır. Bunlar arasında O’nun için kütüphane müdürünün ayrı bir önemi vardır. Kendisinin de ifade ettiği gibi Çankırı ve Çorum kütüphaneleri onun gözlem gücüne yeni bir kaynak daha katar. Bu kütüphanelerinin zengin el yazmaları ve kaynakları O’nun tarih ve toplum anlayışının şekillenmesi için büyük bir imkândır.İlk romanları Sağır Dere ve Körduman’da Anadolu insanının köydeki toplumsal gerçeğini, sıkıştırılmış insanlar üzerinde ki gözlemlerine dayanarak yazarken, bu defa elde ettiği kütüphane imkânını kullanarak yeni tarih ve toplum tezlerini geliştirecektir.O’nun romanları sadece bir dönemde yaşamış kahramanları anlatmamaktadır. Her romanı çok ayrıntısıyla işlenmiş bir toplum ve tarih tezini ifade eder. O’nun tezleri resmi ideolojinin “yürür gezer yalanlarını” ifşa ettiği kadar dönemin TKP çevrelerinin resmi sosyalizmlerinin de ne kadar gerçeklikten uzak olduğunu ortaya döker. Dolayısıyla Kemal Tahir bir put kırıcıdır, kimseye yaranamaz, adam gibi yaşar. VEDAT BİLGİN 23.03.2010
.


KEMAL TAHİR



Çok az aydın mütercim olmayı reddetti, ikti­darlarca cezalandırılmak pahasına, öte­lenme, dışlanma, görmezden gelinme pahasına, ana bellekten kopmaya, ka­pıkulu aydını olmaya direndi; o dire­nişle kimilerinin beyni, âdeta Doğu ile Batı anısında çarmıha gerildi, drago­num olmaktansa ya 'ârafta asılı kal­mayı ya da kendi köklerini arayan bir arkeolog' olmayı yeğlediler. Edebiyat eserleri kadar özgün fikirleriyle de entelektüel tarihimizde belirle­yici olan ve 13 Mart'ta 100. doğum gününü kutlayacağımız büyük yazarın hayat hikâyesini ve eserlerini hatırlamakta yarar var.
Tanzimat'tan sonraki Türk ta­rihi, esas itibarıyla Dogu-Batı çatışmasının ürünüdür. Aydınlar ila bu çatışmanın göbeğinde, Doğu ile Batı arasında savrulup durdu­lar. Yaşadıkları, bir bilinç yaralanmasıydı, sonra bellekler silindi, kütüphaneler tuğla yığınlarına dönüştürüldü Drago­manlar (tercümanlar) aydın sayıldı; çünkü onlar egemendi ülkede, Cemil Meriç'in deyişiyle 'müstağrip aydınlar'dır onlar: İmpkralya'nın dragomanları !... Bu 'kapıkulu aydınları', yalnızca tercümanlık yaptılar; üstelik sadece Batı'nın tercümanlığını... Hiçbir zahmete katlanmaksızın, sorgulamaksızın, eleşlirmeksizin, toplumsal yapımıza uyup uymadığına bakmaksızın, Batı'daki ha­zır kalıpları aynen alma yoluna gittiler.
Bu 'Dragomanlar Cumhuriyeti'nde, çok az aydın mütercim olmayı reddetti, ikti­darlarca cezalandırılmak pahasına, öte­lenme, dışlanma, görmezden gelinme pahasına, ana bellekten kopmaya, ka­pıkulu aydını olmaya direndi; o dire­nişle kimilerinin beyni, âdeta Doğu ile Batı anısında çarmıha gerildi, drago­num olmaktansa ya 'ârafta asılı kal­mayı ya da kendi köklerini arayan bir arkeolog' olmayı yeğlediler.
Kimileri fildişi kulelerinde inzivaya çekildi, ki­mileri hicreti seçti, kimileri hapse tıkıl­dı. Mehmet Âkit, Cemil Meriç, Nuret­tin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, İdris Küçükömer, Dr. Hikmet Kıvıl­cımlı, Oğuz Atay. Sezai Karakoç...
'Muzdarip' bir aydın
Kemal Tahir de onlardan biriydi. On­lardan; yani "muzdarip aydınlardan biri, bu ülkenin sorunlarını tarihsel bir perspektif içinde ele alması, günümüze ve geleceğe ilişkin saptamalarını yatay değil dikine araştırmalarla yapması, en önemli özelliklerindendi.
Dragomanların aksine, kopyadan, hazır kalıplardan daima uzak durdu; resmî söylemlere ve dayatmalara rağmen tarihi düzünden okumaya karşı çıktı, cebinde tersi düze çeviren 'yerli bir ayna' vardı. Ârafta mıydı? bence değildi. Çünkü ne beyni ne gönlü Doğu ile Batı arasında savrul­du. Yeri, Doğu'dur, yönüyse kendi toplumu, kendi tarihi. Düşünceleri, zaman içinde elbette değişmiştir, ama hep aynı yönde olmuştur değişim. Oğuz Atay, Günlük’ünde, ondaki değiş­meyi ve kendisini dahi yargılayabilme cesaretini, hesaplaşmanın bir önkoşulu olarak görmüş ve şu önemli saptamala­rı yapmıştır: "Bu çok önemli. Hesaplaş­ma, bizdeki insanların ne kadar ihtiyacı var buna? Kemal Tahir gibi, insan bir yandan kendisiyle hesaplaşabilmeli ki, başkalarıyla ve tarihle hesaplaşma ce­saretini gösterebilsin."
Kısaca, Kemal Tahir hesaplaşabilen bir aydındı. Yapıtlarında kendisiyle, tarihle, iktidarla hesaplaştı Türk entelektüel tari­hinde iz bıraktıysa bundandır; yani dragomanlarla yollarını ayırdığından.
Saraylı bir aile
13 Mart 1910'da, İstanbul'da, Vezneciler'de, Sultan Abdiilhamid'in babasına hediye ettiği kagir bir konakta doğdu Kemal Tahir (İsmail Kemalettin Demir). Babası Tahir bey, alaylı bir deniz suba­yıydı. İkinci Abdülhamid'in Hünkâr Yaverliğini yaptı, Yıldız Sarayı'ndaki marangozhanede Sultan'a yardım et­mekle görevliydi. Annesi Nuriye Ha­nım, Kafkasyalı Abhazlardandır, Sa­ray'da Sultan Hamit'in kızı Naile Sultan'ın hizmetindeyken Tahir Bey'le evlendirildi. İnce yapılı, ufak tefek, beyaz tenli, hafif çilli Nuriye Hanım -Saray'daki adı Hubser'di- geleneklere sımsıkı bağlı bir kadındı, o nedenle hiç resim çek­tirmedi. İmparatorluk­taki çalkantılar ve çekişmeler, Sul­tan Hamid'in hediye ettiği kagir konakta mutlu bir hayat sürdüren Saray'a mensup Tahir Bey ailesini de etkiledi. 1908'den sonra idareyi ele ge­çiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, Abdülhamid'e yakınlığından olsa gerek, Yüzbaşı Tahir'i, rütbesini indirerek emekliye ayırdı. Ailenin en büyük oğlu Kemal Tahir işte bu dönemde doğdu. Ancak Balkan Savaşı patlak verince, 1912'de Tahir Bey yeniden silah altına alındı, savaş bitince sivil hayata dön­düyse de bu uzun sürmedi. Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale'de savaş­tı, yaralanınca cephe gerisine, Nazilli'ye atandı. Bir süre sonra eşi Nuriye Hanımla oğulları Kemal Tahir ve Nuri Tahir'i yanına aldırdı. Aile, o savaş yılla­rında bir süre Nazilli, Burdur ve Aydın'da kaldı. Birinci Dünya Savaşı bitin­ce İstanbul'a döndüler. Kemal Tahir, kardeşi Nuri Tahir'le Kasımpaşa'daki Cezayirli Hasan Paşa Okulu'na kaydol­du. Babaları Tahir Bey ise ailenin geçi­mini sağlamak için, her sabah erkenden kalkıp, içinde avadanlıkları bulunan zembilini alarak dülgerliğe gitti.
Aile, 1923'te Vezneciler'deki kagir konağa taşındı, Kemal Tahir de Galata­saray Sultanîsi'ne girdi. Bu arada, eğiti­minde ve yetişmesinde büyük payı olan sevimli ve babacan amcası Süleyman Bey'in vefatı Kemal Tahir’i derinden etkiledi. Ancak acılar bununla da bitmedi, anneleri Nuriye Ha­nım, küçük kardeşleri Rafip 'Fahir'in doğumunun hemen ardından vereme yakalanıp karlarla kaplı bir günde ha­yata gözlerini yumdu (1926). Saraylı Hubser Hanım, arkasında küçücük bir bebek olan Ratip Tahir'i, lise öğrencisi olan Ke­mal Tahir ile Nuri Tahir’i ve kocası Tahir Bey'i aniden bırakıp bu dünyadan göçmüştü. Çaresiz baba, küçük Ratip'i bir süre Nuriye Hanım’ın köyüne bırak­tı, sonra onu da yanına alarak Şebinka­rahisar'a gitti, ardından da Binnaz Ha­nım'la evlenip Vezneciler'deki evlerine döndü. Aile dağılmış, annesini yitirmesi Kemal Tahir'i derinden sarsmıştı. Hem bu olay, hem de geçim sıkıntısı nedeniy­le genç Kemal Tahir 1930'da, 10. sınıf­tayken Galatasaray Lisesi'ni terk edip Karaköy Palas'ta bir avukatın yanında çalışmaya başladı. Ancak aldığı ücret, ai­lenin geçimine yetmedi, çare olarak bir süre Zonguldak Maden Kömürü İşletmesi'nde ambar memurluğu yapmayı kabul etti, 1932'de istanbul'a döndü.
Yıkılış döneminin çocuğu
Buraya kadar verdiğimiz bilgilere göre, annesi ve babası Saray'a mensup bir ai­lenin çocuğudur Kemal Tahir. Kısacası, bir Osmanlı ailesinin oğlu. Saray gele­neği içinde yaşamış ve o terbiyeyi almış Nuriye Hubser Hanım ile İkinci Abdülhamid'in Hünkâr Yaveri ve marangozu Yüzbaşı Tahir Bey'in çocuğu. Tahir Bey, Sultan Hamid'i o kadar sevmişti ki, padişahın kendisine imzalayıp ver­diği fotoğrafı, ömrünün sonuna dek misafir odasının baş köşesine astı, ayrıca çeşitli zamanlarda kendisine hedi­ye edilen "çorap, mendil gibi eşyaları kullanmadı, hep sakladı. Çocuklarını bayramlarda daima Saray'a götürür, Naile Sultan'ın elini öptürürdü. Kemal Tahir, Osmanlı Sarayı'na mensup an­ne ve babasını hiç unutmadı, Bir Mül­kiyet Kalesi’nde Mahir Bey karakteri aracılığıyla babası Tahir Bey'in, ailesi­nin hayat hikâyesini anlattı; aslında anlattığı bir bakıma ailesi, babası, ba­basının cepheden cepheye koşturması ve kendi evinde çıkan bir yangında ölmesiydi; yani Osmanlı'ydı, Osman­lı'nın, Kerim Devlet'in yıkılışı.
Babıâli Yokuşu'nda
Özetle, Saray'a mensup bir ailenin, bir imparatorluğun yıkılış döneminin ço­cuğudur Kemal Tahir. Yıkılışı bizzat ve derinden yaşamış, o nedenle bu yan­gına, muzdarip bir aydın olarak çare aramıştır ömrü boyunca. Kalesi yıkılan bir imparatorluğun yalnız ve ailesini kaybetmiş (devletsiz) çocuğu, döne­min çoğu aydını ve şairi gibi Babıâli Yokuşu'na sığınır ilkin.
Çoğu yazar gibi, şiirle adım attı Ke­mal Tahir matbuat dünyasına. İlk şiirle­rini 1931'de îçtihat'ta yayımladı. 1933'te Kenan Sahabettin, İdris Ahmet, Ziya İl­han, Yakup Kadri, Nuri Tahir, Ertuğrul Şevket, Fakih Özden ve Arif Nihat As­ya gibi yazar ve şairlerle Geçit adlı bir edebiyat dergisi çıkardı. O yıllarda Fat­ma İrfan Hanım'la tanıştı. Sevdi onu. 1933'ten 1938'e kadar uzun, heyecanlı aşk mektuplan yazdı sevdiğine, mah­pusluk günlerini, topluma, edebiyata dair düşüncelerini anlattı. Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde çalıştı.
"Allah'ı kaybettim sanıyordum"
1930'lu yılların başlarında Mustafa Ke­mal'e, cebinde fotoğrafını taşıyacak ve sevgilisine bir fotoğrafını gönderecek denli hayrandı. Dönemin çoğu aydını gibi dinden uzaktı; ancak Fatma İrfan'a yazdığı 16 Ocak 1934 tarihli mektubun­da bir camiye gittiğinden söz ettikten sonra devam eden şu satırlarda, bir ara kaybettiğini sandığı Allah'a olan inana­nı dile getirmekten geri durmadı: "Al­lah, İrfan, camilerde bütün azameti ve haşmeti ile hâlâ yaşıyormuş. Ben onu içimde kaybettim sanıyordum. Hâlbuki, o kadar çabuk buldum ki..."
1934-36 yıllan arasında Yedigün ve Karagöz dergilerinde çalıştı, öyküler ya­yımladı. Aynı yıllarda Varlık ve Ses der­gilerinde takma adlarla şiirler kaleme aldı. Ve bu arada, Namık Kemal için çe­şitli şair ve yazarlarla bir anket yaptı. Falih Rıfkı (Atay), Vâ-Nû (Vâlâ Nureddin), Hüseyin Cahid (Yalçın), Peyami Safa, Ercüment Ekrem (Talu), Saadettin Nüzhet (Ergun), Kerim Sadi (Cerrahoğlu), Dr. Fuad Sabit, Hüseyin Avni (Şanda) ve Suat Derviş, ankete yanıt verdiler. Anketi, 1936'da Namık Kemal İçin Diyorlar ki adıyla bastırdı. Bu bro-şür, edebiyat dünyasında geniş yankı buldu. Ankette, yazar ve şairlerin Na­mık Kemal için söyledikleri kadar -bel­ki daha fazla- Kemal Tahir'in konuştu­ğu yazar ve şairler hakkındaki saptama­ları dikkati çekiyordu. Örneğin Kemal Tahir'e göre Vâ-Nû; "Epiyce konuştuğu (...) halde hiçbir şey söylememişti. Her zaman olduğu gibi, ihtiyattan ayrılmı­yor, fikrini söylemekten çekiniyordu." Peyami Safa; "Dev gibi dünya hadisele­rini laf arasında misal olarak gösterme­si, fakat bu hadiseler arasında parça parça durarak işine gelen taraflarını alıp, başına sonuna ehemmiyet verme­mesi onun tıpa tıp bir küçük burjuva entelektüeli olduğunda şübhe bırakmı­yor [du]." Kerim Sadi; "Memleketimizde Marksizm'in en selâhiyettar âlimi ve kafasının içindeki için en müsamahasız dögüşen delikanlı [sıydı]... (...) Duvar­larda Marks'la Engelsin portreleri ve büyük Marksistlerin resimleri var[dı]. Suat Derviş; "cesur bir kadındı." vs.
Artık Babıâli Yokuşu'nda, gazeteci, yazar ve şairler arasındaydı Kemal Ta­hir. Geçimini kalemiyle sağlıyordu, sevdiğiyle evlenebilirdi. O da öyle yaptı, uzun süre mektuplaştığı Öğretmen Fat­ma İrfan'la 1937de evlendi, aynca dönemin sol eğilimli gazetesi Tan’ın Yazı işleri müdürü olmuştu.
Marksist aydınlarla tanışma
1930'lu yıllar, Kemal Tahir'in aynı za­manda Marksizm'le, Marksist aydınlar­la tanıştığı ilk dönemdir. Hür Şehrin İnsanları romanından anlaşıldığına göre, Geçit dergisinin kadrosunda yer alan ve bilinçli bir sosyalist olan arkadaşı Ertuğrul Şevket'le yaptığı ideolojik tarüşmalarKemal Tahir'in o yıllarda bir arayış içinde olduğunu ve Marksizm'e ilgi duyduğunu göstermektedir. Yalnızca Ertuğrul Şevket değil, kaldığı bekârevinde komşusu, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türkiye Komünist Partisi üyesi olan San Mustafa'yla (Mustafa Börklüce) ve onun aracılığıyla Nâzım Hikmet'le arkadaş oldu. 1930'lu yıllarda Babıâli'de tanıştığı Kerim Sadi, kuşkusuz onu derinden etkileyen, dönemin önde gelen sosyalist aydınlarından biriydi. Onunla sık sık buluştu, evindeki kütüphanesinden yararlandı. Bu ilişkiler sonucunda Marksizm'e dair pek çok kitap okudu. Kafası karmakanşıktı; nitekim Fatma İrfan'a yazdığı bir mektupta, beynindeki fırtınayı şöyle dile ge­tirdi: "Yarım yırtık bilgili kafama birçok kocaman meseleler yığdılar. Kant, De­kart Engels, halta Marks bomboş ka­famda koşmaca oynuyorlar. Demokrasi, Liberalizm, Komünizm, Bolşevizm, Fa­şizm, Hitlerizm, Emperyalizm fır dönü­yor etrafımda. Gözleri yeni acılan ana­dan dogma bir kör gibiyim."
'Bunlar nasıl garip sözler'
Artık pir dediği 'Marks Usta'nın düşün­celerini benimsemiş, heyecanlı bir sos­yalist olmuştu. Bu arayış ve araştırmalar sonucunda, Kemalizm'in egemen ol­duğu 1930'lu yıllar Türkiye'sinde, za­man zaman Kemalist inkılâpları eleştir­mekten de geri durmadı. Fatma İrfan'a yazdığı şu satırlar, hem Kemal Tahir'in yeni bir yola girdiğinin, hem de kendi­sin.' daha sonra Kemalist aydınlar tarafından yöneltilecek suçlamaların kaynağının en bariz işaretleriydi: "Ne mut­lu Türk'üm diyene. Köylü bizim efendimizdir. Türk işçisi dayanıklıdır. İnkılâba gönül vermiştir. Bunlar nasıl garip söz­ler? (...) Ne mutlu Türk'üm diyene. Fekat sokaktaki kaldırımda değil, daya­nıklı, dört ayağı olan sırma koltuklarda. Köylü bizim efendimizdir. Fekat biz köylünün ağasıyız. Köylü ağanındır. (...) Türk işçisi dayanıklıdır. Bu doğru. (...) Ağız dolusu İnkılâp dedikleri soy­tarılık daha taze olduğu için mi bu ma­salları okuyorlar bize dersin?"
Bu sözler, iktidarı ürkütecek sözlerdi ve elbette kaydedilmişti, unutulmaya­caktı. İktidar, Kemal Tahir'i susturmak İçin 13 Haziran 1938 bekliyordu.
Mapushane yılları
Tarih, 13 Haziran 1938. Kemal Tahir; Nuri Tahir. Nâzım Hikmet, Hamdi Alev, Emine Alev, Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçı, Kerim Korcan, Mehmet Ali Kantan, Seyfi Tekbilek ve Hüseyin Durugün'le beraber tutuklan­dı. Suçları, "askeri isyana tahrik ve teş­vikli. Soruşturma, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın birtakım kitaplarının Yavuz Gemisi'nde görevli bir kişinin üzerinde bulunmasıyla başlatılmış, kitaplar as­keri isyana tahrik ve teşvik aracı olarak değerlendirilmişti. Zanlılar. Erkin Ge­misi'nde, Donanma Komutanlığı As­kerî Mahkemesi'nce yargılandılar ve 29 Ağustos 1938'de Kemal Tahir, 15 yıl hapse mahkûm oldu. Mahkeme kayıt­larından ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Çankırı Cezaevi'ndeyken yazdığı af ta­lebini içeren dilekçeden anlaşıldığına göre; Mahkeme sırasında, "Hâkimler heyetinin masası üzerinde tutularak defalarca sorgu esası yapılan ve niha­yet suç delili diye hâkimlerin kanaati vicdaniyelerine medar tutulan yegâne şey..." Kıvılcımlı'nın Demokrasi: Türki­ye Ekonomi ve Politikası adlı kitabıydı. Kemal Tahir'in "Türkiye Cumhuriyeti Başvekili Yüksek Huzuru’na hitaben, Çankırı Hapishanesi'ndeyken 22 Ka­nunuevvel 1940 tarihinde kaleme aldı­ğı ve Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde bulunan af dilekçesine göre ise kendisine yöneltilen suçlamaya esas olan kanıtlar şunlardı:
"1. Kardeşimin bahriyede gedikli başçavuş olması (Kardeşi Nuri Tahir).
2. Şair Nâzım Hikmet'le gazeteci ve muharrir sıfalile Babıâli'de tanışmış bu­lunmam.
3. Evimdeki kütüphanemde mevcut 2000 cilt kitap arasında tevkifim esna­sında yapılan aramada komonizme ve sosyalizme dair birkaç tane Fransızca kitap zuhur etmesi."
Kemal Tahir'in dilekçesinde belirtti­ğine göre evindeki aramada bulunan kitapların hepsi Babıâli ve Beyoğlu ki­tapçılarında serbestçe satılmaktaydı. Ama itiraz boşunaydı. Egemenler, ka­rarlarını peşinen vermişlerdi. Başba­kanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgeye göre, tutuklanma gerekçesi "Muma­ileyhin komonistlik tahrikatından kati mahkûmiyetleri bulunan ve kendi ifadesile de komonistliği teyid edilen (sf.26) Nâzını Hikmet, Hamdi Alev, Hüsamettin, Kerim Sadi, Sıdıka gibi şa­hıslarla çok sıkı temasta bulunması ve yapılan aramada evinde bulunan ve lis­tesi 1 numaralı tahkikat dosyasının 60- 63. sabitelerinde sıralanan Türkçe ve Fransızca 72 kitabın tamamen Sosya­lizm, Marksizinı ve Komonizme aidiye­ti maznunu[n] komonist bir karakter taşıdığını ve kitapları bir sistem dahilin­de ve kardaşı Telsiz Üs. Çvş. Nuri Tahir vasırasile Yavuz Gemisi'ne sokmak suretile erbaşlar üzerinde propaganda ve telkin yapmakla..." gibi cümlelerle uzayıp gidiyor. Sonrası malûm; İstanbul Tevfiklhanesi, Çankırı, Malatya, Çorum ve Nevşehir hapishanelerinde 1950'ye kadar süren 13 yıllık bir mapusluk dö­nemi. Mapusların deyişiyle 'Kitaplı Ca­sus', bu uzun cezaevi yıllarında sarı def­terlere binlerce sayfalık not tuttu. Eşi, sonradan boşandığı Fatma İrfan'a, ar­kadaşı Nâzım"a yüzlerce mektup yazdı. özlemlerini, düşüncelerini, sıkıntılannı, yazdıklarını paylaştı mektuplarda. Son­ra bu mektuplar, Kamal Tahir'den Fatma İrfan'a Mektuplar adıyla yayımlandı; ama nedendir bilinmez Nâzım Hikmet, kendisine gönderdiği mektupları ya­yımlamadı; aksine Kemal Tahir'e gön­derdiği mektuplar Kemal Tahir'e Mapushaneden Mektuplar adıyla basıldı. Göl İnsanları, Sağırdere, Namuscular, Karılar Koğuşu, Bir Mülkiyet Kalesi, Büyük Mal, Dam Ağası gibi pek çok roman ve öykü­nün temelleri mapushanede atıldı. Anadolu'yla, gerçek Anadolu köylüsüy­le karşılaştı cezaevlerinde, onları dinle­di, konuşturdu, notlar aldı... 1950'de Genel Afla tahliye edildiğinde, kardeşi Nuri Tahir'in yaptığı tahta bavulundaki sarı defterlerde binlerce sayfa notla döndü istanbul'a.
Cezaevi çıkışı, polisiye romanlar
Kemal Tahir, hapisten çıkmıştı çıkması­na da, artık sicilli bir komünistti. O ne­denle iş bulmakta, geçimini sağlamakta ve kitaplarını bastırmakta zorluklar ya­şadı. Çaresiz, takma adlarla tefrika ro­manlar yazmak, çeviriler adaptasyonlar yapmak zorunda kaldı. '1950'lerde Refik Erduran ve Ertem Eğilmez tarafından kurulan Çağlayan Yayınevi için çevirdiği, adapte ettiği polisiye romanlar arasında özellikle Mickey Spillane'den çevirdiği Mayk Hanımer dizisi geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tutuldu. İntikam Pençe­si, Kanlı Takip, Kaliteden Kuışun, Derini Yüzeceğim. Ecel Sariti ve diğerlerini peş peşe yayımladı. Bu çeviri ve adapte ro­manlarla geçimini sağlamaya çalışırken, 1955'te Göl İnsanları adlı öykü kitabıyla Sağırdere romanını bastırdı. Bunlar, edebî alandaki ilk yapıtlardı ve henüz adını duyuracak asıl yapıtlarını vermemiş, sonradan büyük tartışmalar yarata­cak düşüncelerini dile getirmemişti.
Edebiyat dünyasına tam ısınacak ve cezaevinde kaleme aldığı yapıtlarını peş peşe bastıracakken. 6-7 Eylül Olaylan patlak verdi. Çığrından çıkan olaylara suçlu bulunmalıydı, Bulundu da. Bun­lardan biri yazar Kemal Tahir'di. Adı bir kez çıkmış, sicillenmişti ya, sudan se­beplerle bir kez daha içeri alındı, altı ay Harbiye'de tutuklu kaldı.
Yol ayrımındaki Kemal Tahir
1950'li yılların sonunda, özellikle Yaşar Kemal'in İnce Memed’ine karşı yazdığı Rahmet Yolları Kesti’yle (1957) başlayan sola mesafeli duruş, daha doğrusu köy­lüyü ve toplumumuzu alışılmış ve tarih­sel bilimsel temelden yoksun popüler sol söylemin dışında ele alışı asıl 1960'tan sonra su yüzüne çıktı Kemal Tahir'de. Tüm dikkatini tarihe, Osman­lı tarihi ve toplum yapısına yönelterek, devlet, Dogu-Batı çatışması, Batılılaşma ve mülkiyet gibi sorunları derinden kav­ramak için hummalı bir çalışma içine girdi yazar. Uzun araştırmalar sonucunda Kemalizm'in ve Osmanlı karşıtı resmî tarih söyleminin karşısında, Osmanlı Devleti'nin kültürel ve siyasî mi­rasını sahiplenen yerli bir aydın, yerli bir romancı olarak çıktı okurların karşısına. Bu çıkış, çok geçmeden dragomanlan, Kemalistleri, klasik Marksistleri ve sığ sağcıları ürküttü doğallıkla. Çünkü sa­ğın, solun ve egemen düşüncenin dışın­da, farklı tezler dile getiriyordu Kemal Tahir. Tarihle, edebiyatla, Osmanlı'yla, Cumhuriyet'le, Batılılaşmayla ve daha önemlisi kendisiyle derin ve kıyasıya bir hesaplaşmaya girişmişti. Bu zorlu he­saplaşma, ilkin güçlü biçimde Yorgun Savaşçı'ya (1965) dışa vuruldu.
Yorgun Savaşçı
Kurtuluş Savaşı'nı, ülkenin en kötü günlerinde politikaya bulaşmamış, dö­vüşken Türk subayının ordusuz kalış dramını, direnenlerle umutsuz kalmış yorgun Anadolu halkının trajedisini konu edinen Yorgun Savaşçı, resmî tarih söylemine aykırı tezler içeriyordu. Ke­mal Tahir'e göre, kimilerinin iddia ettiği gibi Kuvayı Milliye bir halk harekeli de­ğildi, zaten Doğu'da ve Türk tarihinde halk hareketi yoktu, eğer bir halk hare­keti olsaydı İstiklâl Mahkemeleri kurul­mazdı. Bu itibarla yapıtta Kuvayı Milliye'yi bir kadro hareketi olarak ele aldı ve realist bir tavırla, Anadolu'da halkın Kuvayı Milliye'ye karşı tepkilerini de di­le getirerek tezini pekiştirme yoluna git­ti, Mustafa Kemal'i abartılı bir şekilde yüceltmek yerine, savaşçı bir subay ola­rak canlandırdı. Yorgun Savaşçı, bu ve benzeri tezleriyle Kemalist-sol aydınları oldukça rahatsız etti; hatta bu rahatsız­lık TRT adına çekilen Yorgun Savaşçı fil­minin gösterimi dolayısıyla sonraki yıl­larda da sık sık gündeme geldi. Örne­ğin, İlhan Selçuk, Yorgun Savaşçı filmi­nin gösterilmesi gündeme geldiğinde, yazarı tarihi çarpıtmakla itham ederek, filmin TRT'de yayınlanmasına şiddetle karşı çıktı. 1979'da Cumhuriyet gazetesi'nde kaleme aldığı yazılarla Yorgun Savaşçı'mn TRT d e gösterilmemesinde etkili oldu. Ve film uzun tartışmalar so­nunda 1983'te dönemin Başbakanı Bü­lent Ulusu'nun emriyle yakıldı. Yorgun Savaşçı, böylece adını militer bir reji­min kara tarihine yazdırdı.
Bozkırdaki Çekirdek: Köy enstitülerinin romanı
Kemal Tahir'in tartışmalara konu ol­muş bir başka romanı da Bozkırdaki Çekirdektir. Yazar, bu romanında kö­yü bir eğitim laboratuvarı, köylüyü denek olarak gören, kendi toplumsal yapımızı, köy gerçeğini tanımadan 'Köy Enstitüleri'ni kuran anlayışı kıyasıya eleştirir. Romanın kahraman­larından Müfettiş Şefik'in şu sözleri Kemal Tahir'in tezini özetlemektedir: "1908'lerde bu konu tıpkı böyle kon­muş.. . O zaman Bulgar köy okullarıy­la onların ülkücü öğretmenlerini gör­memizle ağızlarımızın suyu akmış. 'Köyleri canlandırıp çalıştıracak köy okullarıdır.' fikrine kim 'olmaz' derse mürteci, vatan millet haini damgasını vuruyorlardı. Çok arandı köyü ihya edecek okul tipi. Sonraları anladım ki, böyle saman alevi gibi parlayışlarımız hep kolaya kaçma huyumuzdan. (...) Köye bir bina yapıp bir öğretmen göndererek bütün zorluklardan kur­tulmak. Aklı erenler, 'olmaz böyle şey!' dediler. (...) .. inkılâpçılar bilmiyorlardı ki, köyü yaşatacak olan okul değildir, okulu yaşatacak olan köylü­dür.. Öyleyse, 'Köylü bizden nasıl bir okul istiyor?' diye düşünmeliyiz. Yok­sa hükümet zoruyla kurulan okul da, mekanik olarak dıştan kurulan bir müessese gibi, dayanak noktası bula­maz, er geç batar."
Osmanlı'ya, tarihe, Batılılaşmaya, Kurtuluş Savaşı'na ilişkin ileri sürdü­ğü düşünceler gibi, köy enstitüleri hakkındaki tezleri de iktidarın söy­lemlerine tersti Kemal Tahir'in. Dragomanlar, içerdiği resmi ideolojiye karşıt düşünceleri nedeniyle Bozkırda­ki Çekirde'k'i de topa tuttular hemen. Örneğin Vedat Günyol, Çalakalem'de, Engin Tonguç, Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç adlı yapıtında Kemal Tahir'i 'Köy Enstitülerini tanı­mamak ve konuya art niyetle yaklaş­makla suçladı.
Devlet Ana, Osmanlı, Doğu-Batı

Devlet Ana, Kemal Tahir'in, gerek Ke­malist-sol, gerekse klasik Marksist ay­dınlarla yollarını daha bir ayırdığı, Os­manlı'ya, Doğu-Batı farkına ve tarihimi­ze bakışıyla fırtına koparmış bir diğer ro­manıdır. Yazar, Osmanlı Devleti'nin ku­ruluşunu ele aldığı bu romanında Doğu'nun, Osmanlı toplum yapısının. Batı toplumlarına benzemediğini ileri sürer. Bununla da yetinmez, o dönemde Fran­sa'da gündemi işgal eden Asya Tipi Üre­tim Tarzı'yla (ATÜT) ilgili tartışmalarla ilgilenir ve ATÜT çerçevesinde Türki­ye'ye özgü bir kuram geliştirmeye çaba­lar. Çevresindeki araştırmacı ve akade­misyenleri ATÜT üzerine çalışmaya sevk eder. Bu araştırmalar sonucunda, Devlet Ana'da 'kerim devlet' kavramını ortaya atar. Ona göre Osmanlı, sınıfların bu­lunmadığı, dolayısıyla sınıfsal çatışmaların ortaya çıkmadığı, mülkiyetin devlete ait olduğu, zümreler arasında denge sağlayan müşfik bir devlettir. Ve Do­ğu'da devletsiz toplum varlığını sürdüre­mez. İleri sürdüğü düşüncelerle, giderek Marksizm'i de kendi toplumsal yapımıza uygun biçimde yorumlamaya başlayan, yerli bir sosyalizm tesis etme çaba­sına düşen Kemal Tahir, hem Kemalist-sol, hem de Marksist aydınların boy he­defi hâline gelmiştir ve Devlet Ana, bu çerçevede en çok eleştirilen romanlarındandır. Örneğin Cevdet Kudret, Devlet Ana'da "...faşizm ideolojisinden gelme düşünce ve eylemlere yer verilmişti," der. Taner Timur'a göre;"... tutucu, yer yer ırkçı tezlerle dolu bir romandır." Mu­rat Belge'ye göre; "Kitapta Asya tipi üre­timin sürekli olarak övülmesi bir çeşit şovenizm yaranmaktadır."
Yerli ve özgün düşünceliydi
Bu tartışmalardan da görüldüğü üzere, Kemal Tahir, romanlannda ileri sürdü­ğü düşünceler, tarihe bakışı, Osmanlı­nın sosyo-ekonomik yapısını ele alışı. Batılılaşmayı değerlendirişi, köyü ve köylüyü işleyişi bakımlarından Cumhu­riyet sonrası Türk edebiyatında, tarih ve toplumbiliminde kendine özgü ve 'yer­li' düşünceler üretebilmiş, bunu ro­manlarında dile getirmiş ender entelek­tüellerimizden biridir. O nedenle de ge­rek edebiyat, gerekse sosyoloji ve tarih alanlarında tartışmalara yol açmış, ki­milerince "ileriye yönelen gelişmelere çelme at[an] bir gerici", kimilerine göre, "sol gösterip sağ vuran bir dönek", ki­milerince "kendi kuşağının çok değişik türden bir toplum savaşçısı" ve "dünya düşüncesinin uç noktalanndan biri"dir. Bütün bu nitelemeler, övüp yerme­ler bir yana, egemen ve hazır kalıpçı aydınlara; daha doğrusu dragomanlara rağmen, âdeta iğneyle kuyu kazarcasına kendi tarihine ve toplumsal yapısı­na ilişkin araştırmalar yapmasıyla, rom manlarını hummalı araştırmalar üzeri­ne bina etmesiyle, yerli ve özgün dü­şünceleriyle Kemal Tahir, Cumhuriyet döneminin birkaç muzdarip aydınlarındandır. Andıklarımız dışında, Esir Şeh­rin İnsanları, Kör Duman, Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu, Kurt Kanunu, Büyük Mal romanlarıyla Türk edebiya­tında adından hep söz ettirecektir.
(Kitap Zamanı)
Kemal Tahir (İsmail Kemalettin Demir) 15 Nisan 1910 tarihinde İstanbul'da doğdu. Deniz subayı olan babası Sultan II. Abdulhamid'in yaverlerindendi. İlkokulu muhtelif okullarda, rüştiyeyi Kasımpaşa'daki Cezayirli Hasan Paşa Rüştiyesi'nde okudu (1923). Galatasaray Lisesi'ni onuncu sınıfta bırakarak (1930) hayata atıldı. Avukat Katipliği, Fransızların idaresindeki Zonguldak Kömür İşletmeleri'nde ambar memurluğu yaptı. İstanbul'da "Vakit", "Haber", "Son Posta" gazetelerinde musahhihlik, röportajcılık, çevirmenlik(1930 - 1933), "Yedigün", "Karikatür" dergilerinde sekreterlik, "Karagöz" gazetesinde başyazarlık (1935-1936), Tan gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı (1938). Sanat hayatına, İçtihat (1931), Geçit (1933), Varlık (1935) dergilerindeki şiirleriyle başlayan Kemal Tahir'in otobiyografik öğeler içeren ilk öyküleri "Yedigün" de (1935), "Göl İnsanları" nda yer alan dört öyküsü de Cemalettin Mahir takma adıyla 1941'de "Tan" gazetesinde yayımlanmıştı. Nazım Hikmet'le beraber yargılandığı Donanma Komutanlığı askeri mahkemesince tutuklanarak "askeri isyana teşvik" suçlamasıyla 15 yıl hapse mahkum edildi. Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya ve Nevşehir cezaevlerinde hapis yattı. Genel af yasasıyla serbest kaldı (1938-1950). Yaklaşık 13 yıl ayrı kaldığı İstanbul'a döndükten sonra bir süre "İzmir Ticaret" gazetesinin İstanbul mümessilliğini yapan Kemal Tahir, iktisadi konularda yazılar yazdı, çeviriler yaptı. 6-7 Eylül olayları sırasında gözaltına alınan ve Harbiye cezaevinde 6 ay daha hapis yatan Kemal Tahir, 14 ay kadar "Düşün Yayınevi" ni yönetti (1957-1958). 1960'tan sonra tümüyle edebiyata yönelen ve hayatını romanlarının geliriyle sürdüren Kemal Tahir, 21 Nisan 1973 tarihinde İstanbul'da öldü. ESERLERİ :Roman :Sağır Dere (1955)Esir Şehrin İnsanları (1956)Körduman (1957)Rahmet Yolları Kesti (1957)Yedi Çınar Yaylası (1958)Köyün Kamburu (1959)Esir Şehrin Mahpusu (1962)Kelleci Memet (1962)Yorgun Savaşçı (1965)Bozkırdaki Çekirdek (1967)Devlet Ana (1967)Kurt KanunuBüyük MalYol AyrımıNamusçular (1974)Karılar KoğuşuHür Şehrin insanları 1-2DamağasıBir Mülkiyet Kalesi 1-2Öykü :Göl İnsanları (1955)

Ölümsüz

.

Devlet Ana

.



Meraklıydım. Tarihi çok seviyordum. Kendime yazarlar arıyordum. Ama, 'Devlet Ana'nın ilk şahsi kitap olarak önüme çıkmasında güçlü bir iddia yatıyordu. Hacmiyle olduğu kadar ismiyle de iddialıydı. Ben de yazar olacaksam, iddialı yazar ve eserler okumalıydım. Bu vitrinde devlet kadar ihtişam taşıyan kitaptan daha iyisini mi bulacaktım?
İlk kitaplar unutulmaz. İlk kitabımı unutamam. Kemal Tahir ve Devlet Ana’yı hiç unutamam. Konya’nın Bozkır’ında liseyi henüz bitirmiş yeni yetme bir çocuktum. Sorularım kadar çok kitaplardan yoksundum. Nerede bir kitap bulsam ona uzanıyor, yazarların, cümlelerin, kapakların ötesine koşuyordum. Bozkır’da, Çarşamba çayının kenarında her gün aynı saatte ve aynı memur tarafından açılan bir halk kütüphanesi vardı. Hâlâ var mıdır? 12 Eylül döneminin bütün devlet ideolojisi istif istif oraya yığılmıştı. Korka ürke, yana araya bir kitap, bir kitap bulabilir miyim diye girip çıkardım o betonarme yapıya. Kütüphane memuru düzgün saçları, temiz traşı ve şaşmayan mesaisiyle bir olurdu kütüphaneyle. Statik. Sistematik. Bugün bile hayıflanır yanarım. Ah keşke ne olurdu o kütüphane bana bir kitap verseydi, verebilseydi. Buluşsaydım o kitapla. Karşılaşsaydım. Nafile. Kitapsızdır bizim kütüphanelerimiz. Külliyat olarak bulunsaydı Kemal Tahir o kütüphanede...Ve ben kitabımı bir otogara borçluyum. Curcunadır otogarlar. Düzensiz ve hızın karmaşık çatlamalarıyla doludur. Eski Konya otogarındaki bir kitapçı vitrininde karşılaştım onunla. Bir itiraz daha, her gün on binlerce insanın akıp geçtiği otogarlar kitapçısızdır Türkiye’de. Özen ve bilgiden yoksundur. Olanlar yetersizdir. Gazete, dergi ve popüler kültür malzemelerinin işgali altındadırlar. Kültürel değil gündelik ve ekonomik noktalardır. İşte, birden o kitapla karşılaştım ben. Çağırıyordu. Sesleniyordu. Buradayım. Yaklaş. Dokun. Bu kafesten, bu geçici duraktan çıkar beni. 18 Haziran 1984. Kitabı aldığım tarih. Tekin Yayınevi. 8. Basım. Dokulu beyaz kapağında renkli bir tuğ var. Tuğ rüzgârdan sola doğru sallanıyor. Yazarın ismi küçük, kitabın ismi büyük harflerle yazılmış. kemal tahir, kırmızı. DEVLET ANA, siyah. Koyu. Adımı soyadımı yazıp imzalamışım giriş sayfasını. Ve soyadım ... ile başlıyor o tarihlerde. Birinci bölüm; Kancık Vuruş.
Bildik, ters, sertİlkler, ilk etkiler hafızanın toprağında saklı kalıp yeşermesini sürdürür. İstanbul’a kadar düşürmedim kitabı elimden, bırakamadım. İlk kez Kemal Tahir okuyordum. İsmini kim söylemişti, nereden duymuştum tam emin olamıyorum. Tahiri bir hocam da yoktu. Ancak, isminde de kitaba meraklı birisini cezbedecek gizem saklıydı. Bildik. Ters. Sert. Etkili. Şimdi geriye dönüp düşündüğümde beni asıl çeken şeyin bambaşka bir yerden hatta doğal bir çizgiden sızıp geldiğini görüyorum. Meraklıydım. Tarihi çok seviyordum. Kendime yazarlar arıyordum. Ama, Devlet Ana’nın ilk şahsi kitap olarak önüme çıkmasında güçlü bir iddia yatıyordu. Hacmiyle olduğu kadar ismiyle de iddialıydı. Ben de yazar olacaksam işte daha, başta, iddialı yazar ve eserler okumalıydım. Bu vitrinde devlet kadar ihtişam taşıyan kitaptan daha iyisini mi bulacaktım?Henüz ortaokul çağında iken, komşumuz Eflatun Ellialtı (roman kahramanı gibi bir isim) birkaç valiz tutan kitaplarını zaman zaman bana gösterir ve kimilerini alıp okumama izin verirdi. Abdullah Ziya Kozanoğlu ilk okuduğum yazarlardandı. Rahat ve ritmik anlatımı beni etkilemiş olmalı. Kaldı ki, Konya otogarında, Devlet Ana ile buluşup tereddütsüz satın alışımda romanın dünyasına aşinalığımın da payı olmuştur diye düşünüyorum. Osmanlının ilk devirlerini destansı üslupla anlatan Kozanoğlu, kendiliğnden Kemal Tahir’e yönelmemi sağladı. Devlet Ana’nın fiyatı 800 TL idi. Babamın bana verdiği harçlık 4.000 TL. Bunlar ayrıntı elbette, farkındayım. Kitabı okudukça, yazılmadığını adeta söylendiğini düşündüğümü hatırlıyorum. Konuşma ve destan üslubunu hissetmiştim. Sonradan, çok sonradan nasıl bir yazar seçtiğimi, seçtiğim kitabın ne tür tartışmalar getirdiğini elbette öğrenecektim. Kemal Tahir sadece elimdeki kitabın yazarı değil bir fenomendi. Yıl yıl daha iyi anladım kavradım. Üniversite öğrenciliğim zamanında belki de hayatımın en zevkli ödevlerinden birini onun adına hazırladım. Bağlam Yayınları Roman, Edebiyat notları başta olmak üzere seri halinde Kemal Tahir basmıştı. O notlardan hem çok şey öğrendim hem de Kemal Tahir’i yeniden, yeniden tanıdım. O bir tecrübeydi. O tecrübeyi bilip okumadan, irdeleyip düşünmeden kendimizi anlamak zordu. Sanırım, Ömer Lüffi Barkan, İdris Küçükömer, Sabri Ülgener gibi yazarlara dönüp bakmamda Kemal Tahir’in rolü oldu. Fakat hiçbir şey hayata ölümsüz bir kitapla başlamak kadar önemli olamaz. Devlet Ana, Kemal Tahir. İlk. Yazgı.Hayatı üretmekle geçti1910 yılında, II.Abdülhamit’in hünkar yaverlerinden Tahir beyin oğlu olarak İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’nin onuncu sınıfından ayrılarak Zonguldak Maden İşletmeleri’nde ambar memurluğu, İstanbul’da avukat kâtipliği yaptı. Edebiyata ilk adımını 1931 yılında şiirlerinin yayımlandığı İçtihat dergisiyle attı. İlk başta hece ölçüsü ile yazan Tahir’in şiirleri Nâzım Hikmet’le tanıştıktan sonra evrildi. Yazar, toplumsal konulu serbest şiirler üretmeye başladı. Yaşamını kalemiyle kazanmak zorunda olan yazarlardan olması sebebiyle bu yıllarda mizah öyküleri, serüven romanları da yazdı.Çeşitli gazete ve dergilerde düzeltmen, röportaj yazarı, çevirmen, sekreter olarak çalıştı. Nâzım Hikmet’in yargılandığı ‘Bahriye Davası’nda suçlu bulunarak on beş yıla hüküm giydi. 1941 yılında hapisteyken Tan’da tefrika edilen öyküleriyle yazarlığının ilk dikkat çekici ürünlerini verdi. Edebiyat dünyasında beğeni toplayan pek çok romanını da cezaevindeyken yazdı. 1950 Affıyla hapisten çıktıktan sonra takma adlarla macera ve aşk romanları çevirdi, senaryolar yazdı.Bu tür çalışmaları arasında en ünlüsü belki de Mayk Hammer dizisi... Bedri Eser, Samim Aşkın, Ali Gıcırlı, F.M. İkinci yazarın kullandığı takma adlar arasındaydı.1955 yılında yazarın nihayet kendi adıyla yayımlanan ilk romanı ‘Sağırdere’ basıldı. ‘Sağırdere’yi, ‘Körduman’ izledi. Kemal Tahir, Çankırı-Kastamonu, Çorum çevresinde geçen romanlarında köydeki yaşama biçimini, toplum yapısını, köylünün dünyasını işledi. Tüm bunları konu alırken onun için vazgeçilmez olan, Tanzimat’tan bu yana değişen mülkiyet ilişkilerini, eşkıyalık hareketlerinin gerçek yüzünü anlatmaktı.Türk edebiyatına, siyasetine ve sosyolojisine ilham veren Kemal Tahir, 1973 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti.Kemal Tahir kitaplığı Yorgun SavaşçıDevlet AnaKöyün KamburuZehra’nın DefteriKurt KanunuKörduman Hür Şehrin İnsanlarıKelleci MemetBüyük MalGöl İnsanlarıEsir Şehrin İnsanları Esir Şehir Üçlemesi 1. CiltEsir Şehrin Mahpusu Esir Şehir Üçlemesi 2. CiltYol Ayrımı Esir Şehir Üçlemesi 3. CiltNamuscularSağırdereRahmet Yolları KestiBozkırdaki ÇekirdekKarılar KoğuşuBir Mülkiyet KalesiYediçınar YaylasıÜstadın ÖlümüDamağasıDutlar YetişmediAşk ÇetesiDerini Yüzeceğim Bir Mayk Hammer RomanıMerhaba Sam Krasmer Bir Mayk Hammer RomanıGangsterler Kraliçesi Bir Mayk Hammer RomanıKıran Kırana Bir Mayk Hammer RomanıEcel Saati Bir Mayk Hammer RomanıKara Nara Bir Mayk Hammer Romanı
Kemal Tahir’in tüm kitapları İthaki Yayınları tarafından yayımlanıyor. Yayınevi yazarın 100. yaşını iki önemli yayınla kutluyor. Kemal Tahir üzerine yazılardan oluşan bir armağan kitap hazırlayan yayınevi, bir de Kemal Tahir’in tefrika edilen, döneminde çok beğenilen romanlarından iki kalın ciltlik bir seçki çıkartacak. 14 romanın yer aldığı seçkide yazarın ‘Muhallebi Çocuğu’, ‘Bir Gecenin Beyliği’, ‘Bir Nedim Divanının Esrarı’, ‘Gönül Denen Hayvan’, ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ kitapları da yer alıyor. Her iki projenin de kitapları Sonbahar’da yayımlanacak.radikal 19.03.2010


TÜRKİYE'de

.SOL'un,

.
Sessizliğe mahkûm ederek

.yok etmeye çalıştığı

.BÜYÜK YAZAR

.
KEMAL TAHİR

.

insanlar
var olduğu
ve
okuduğu
müddetçe
eserleri
ile
yüzyıllarca
yaşayacakdır.

.



İYİLER İYİDİR

BAHAEDDİN ÖZKİŞİ 2011








Bir filozof diyor ki: “Bir insanı en son anan kişi öldüğü zaman o ölmüştür.” Yani isminden bahsedilmesi bittiği zaman…Benim birçok yerde Milli Eğitim Müdürlüğü yapmış bir arkadaşım söyledi. “Biz Alparslan Türkeş’e gitmiştik. Alparslan Türkeş bize dedi ki: Arkadaşlar! Üç kitabı okuyacaksınız. Birincisi Köse Kadı ve onun devamı olan Uçtaki Adam, ikincisi Babürname, üçüncüsü Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları. Bu üç kitabı muhakkak okuyun.” dedi. Kasım 2011 ESKANDER / Bâb-ı Âli Yokuşu Timaş İSTANBUL…



ESKADER'in Timaş ile birlikte düzeleği Bahaeddin Özkişi programında konuşulanları M. Sait Fidan kayda geçirdi.
Edebiyatçı, hikayeci, romancı Bahaeddin Özkişi ölümünün 36. yıldönümünde Eskader’in 10 Kasım 2011 Perşembe günü Timaş Kitap Cafe’de düzenlediği bir programla anıldı. Programda sevenleri, dostları ve yakınları bir araya geldi. Programda konuşulanları paylaşalım istedik.



Mehmet Nuri Yardım: Efendim çok değerli bir yazarımızı, hikayecimizi, romancımızı anacağız. Vefatının 36. yılında Mehmed Bahaeddin Özkişi. Çok değerli yakınları var, başta Hanımefendi, eşi, Fatma Özden Hanımefendi aramızda. Kızı Zeynep Hanım, damadı, torunları, biz yine Yazarlar Birliğinde toplantı yapmışken o gün, Mehmed Bahaeddin Özkişi doğmuştu, torun, o da aramızda, değil mi? İnşallah dedesine hayırlı bir halef olacak. Şimdi programın akışını ben size kısaca söyleyeyim. Süleyman Bağlam Hocamız konuşacak, Kültür Tarihçimiz, Bahaddin Bey’in muhitinden bahsedecek. Yetiştiği çevre. Ardından ben hikayeleri üzerinde duracağım. Sonra Seval Günbal Hanım romanları üzerinde duracak. Ardından Kamil Bey ve Tufan Bey bize hatıralarını anlatacaklar. En son eşi Fatma Özden Hanımefendi birkaç cümle lutfederse seviniriz. Bu akşam Bahaeddin Özkişi’nin en yakınları burada. Hakikaten Bahaeddin Özkişi bana göre son on yıl içinde tanınan, bilinen, bir değer, hikayeci, romancı, bir fikir adamı. Zaten konuşmalarda bunu göreceğiz. Ben sözü hemen Süleyman Bağlam Hocamıza veriyorum. Buyurun efendim.
Süleyman Bağlam: Cümleten hoş geldiniz bu işi ayarlayan ESKADER bendeniz de kurucusuyum ama asıl bu işin yüreklisi Mehmet Nuri Bey sağolsun her hafta topluyor, bugün 10 Kasım Bahaeddin Özkişi’nin ölüm günü, kendisini rahmetle anıyoruz. Allah rahmet eylesin.
Efendim buraya gelirken Bahaeddin Ağabeyin bulunduğu muhit kafamda dolaşıyordu. Hemen şu iki sokak ileride Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi’nin dergahı var. Geldikleri yer orası. Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi’nin üstadı Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri. Asıl onun geldiği nokta bu. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri Şam’da medfun, büyük özellikleri olan bir kimse. Talebelerini yetiştiriyor, bütün İslam coğrafyasına yolluyor, İstanbul’a gönderdiği özel talebelerine de 28 tane tavsiyesi var. Bunlara uyacaksınız diyor. Bizim özelliklerimiz bu. Kimseden mal-mülk beklemeyeceksiniz. Devlet adamlarıyla görüşmeyeceksiniz, İstanbullu bir hanımla evlenmeyeceksiniz. Tekkenizin prestijini şahsi menfaatler için kullanmayacaksınız. Bu konuyla ilgili bir kaynağı söyleyeyim. Keşkül dergisi, üç ayda bir çıkıyor, Fatih Çıtlak çıkartıyor, Mevlevilik, Kadirilik, son sayısı da Nakşilik hakkında. Gümüşhanevi Dergahı da var, bendeniz de bir şeyler yazdım, 20. sayıda, Gümüşhanevi Dergahı hakkında geniş malumat var. Vesikaları da koyduk. İşinize yarayacağını ümit ediyorum. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri emir üzerine Şam’da bulunuyor. Kendisi talebelerinden Ömer Efendi’yi Anadolu’ya yolluyor. Ta Ahmed Yesevi’den beri Anadolu ve Rumeli bizim için ideal bir nokta. Bahaeddin eniştenin kızıl elma dediği. Özden Abla tabii daha iyi biliyor. Demirci’ye geliyor. Oğlu Halit, burada torun Halit Bey kardeşimiz var, Mustafa Köseoğlu’nun oğlu, damat, aynı ismi taşıyorlar. Gelip Gümüşhanevi Dergahına intisap ediyor. Dergahın kapısında çok mühüm bir yazı var. “Burada çay yok, çorba yok.” İlim var, zikir var. Gelene çay bile vermiyor, çorba hiç vermiyor. Ama orayı takip edene sonunda Ramuzu’l-ehadisi hediye ediyorlar. İstanbul’a gelen Halid Efendi Gümüşhanevi Dergahına intisap ediyor, yetişiyor. Dergahın ileri gelen şahsiyetleri, İsmail Necati Efendi, Sabri Ülgener’in dedesi oluyor. Onların hep irtibatları var. Oğlu Ömer Lütfü Efendi ve Ahmet çocukları.. Ahmet Efendi de Çanakkale’de şehit oldu. Ömer Lütfü Efendi de 1881’de doğuyor. Ömer Lütfü Efendi’nin 4 tane çocuğu oluyor. İki oğul, iki kız, bunlardan birisi bizim Bahaeddin Özkişi.
Ömer Lütfü Efendi İstanbul’da Süleymaniye Medresesi’nde okuyor. Süleymaniye Medresesi İstanbul Medreseleri içinde en üst seviyede olandır. Başta Sahn-ı Seman, bizim İstanbul Üniversite’nin kuruluşu olan merkez. Sonra Süleymaniye üniversitesi oluyor, üç sene sonra. Ömer Lütfü Efendi Hilafetini Gümüşhanevi Dergahı’ndan alıyor. Şimdi malum-u aliniz, her tarikatın bir özelliği vardır. Kiminde aşk esastır, kiminde ilim esastır, bunlar hep vasıflar. Nakşilikte de ilim esastır. Onlar medreseden gelmiş, hafız olan insanlar. Çay yok, çorba yok; ilim var, zikir var diyorlar. 1913’te icazetini aldıktan sonra kadıyü’l-kuzat’ta okuyorlar. Ondan sonra Avukatlık veya Hakimlik hakkı da veriliyor. Azize Hanımla evleniyor, Valide Hanım. Ömer Lütfü Efendi Dersiam, eve gelenler, gidenler. Ona birisi bir şey sorarsa hemen cevabını veriyor. Kitabın sayfa numarasını bile söylüyor. Bir Profesör onun hafızasına hayret ederdi. “Çok kuvvetli bir hafızası var.” derdi. 3 Mart 24’te medreseler kapatılınca ulema işsiz kalıyor. Ömer Lütfü Efendi de buna çok üzülüyor. Hatta Latin harfiyle bir ilmihal yayınlıyor. Silivri’de Müftülük yapıyor. 1948’de vefat ediyor. Ömer Lütfü Efendi’nin kabri Bahaeddin enişteyle beraber. Ömer Lütfü Efendi’nin bir sözünü özellikle belirtmek istiyorum. Bana çok tesir etti. “Müritlerimiz bizim için fidanlardır.” Bakın bir Mürşidin Müridine bakış açısı. Ne kadar güzel bir söz.
Bahaeddin Enişte’nin hayatında mühim bir nokta daha. 10 Kasım 1975’te vefat edince cenaze namazını Mehmed Efendi İskenderpaşa Camii’nde kıldırıyor. Gümüşhanevi Dergahı Vilayetin karşısında. Devletle beraber. Yabancılar bu hareketleri çok takip ediyorlar. Bütün yabancı konsoloslukların araştırma merkezleri var. İsveç Konsolosluğu Bektaşilik araştırması yaptı, İngilizce - Türkçe çıkarttı. İngilizcesi çıktı, Türkçesi daha çıkmadı. Buralar hakkında çok geniş vesikalar var. Bu dergahın bir özelliği var. Devletin yanında yer almışlar. Padişahı desteklemişler. Mesela Ömer Ziyaeddin Efendi’nin Mir’at-ı Kanun-ı Esasi kitabı var. 1908 Anayasası’nın İslami kaynaklarını yazıyor. Hukuk-ı Selahaddin isimli bir kitabı daha var. Başa bağlılıkla ilgili. Yani siz Abdülhamid’e karşı çıkmayın. Bu devlet yıkılırsa gider, her şey biter. Böyle yol gösteren büyük insanlar. İşte Bahaeddin Bey de bu ekolün insanı. Feyzini onlardan alıyor. Şimdi etrafında ona tesir eden İsmail Hakkı Uzunçarşılı var. İsmail Hami Danişmend’den de muhakkak istifade etmiştir. Yusuf Ziya Bayur okuduklarından biri, on cilt tarihi olan; Fuat Köprülü, Ömer Lütfü Balkan, Rumeli Fütuhatında Kolonizatör Türk dervişleri, yarım kalan eserinde de Baciyan-ı Rum’u anlatıyor. Köse Kadı’da, Uçtaki Adam’da bunu görürsünüz, Cihad ruhu ve edeb. Bunlar işleniyor. Bahattin Bey bu eserlerin tesiriyle kitaplarını yazdı. Ona tesir edenlerden biri de Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı. Bir kitabı var. Bacanağımız Kamil Bey fotokopiyle çoğalttı. Şeref Bey’in müthiş şiirleri var, tefsiri var. Divanı var. Bahaeddin Bey’in Teknik Üniversite’de samimi arkadaşları Necmettin Erbakan, Kemalettin Erbakan, Mustafa Köseoğlu, o muhit ona tesir eder. Marmaratörler de ona tesir eder. Süheyl Ünver’in tezhip derslerine gitmiş. Bahaeddin Özkişi çok sanatkar bir insan. Altın kesif oranına uygun dört tane ev maketi yapıyor. Özden Abla’nın evinde duruyor. Onların hakikaten teşhir edilmesi gerekir. Kendi evinin maketini yaptı. Bu büyük bir sanat eseridir hakikaten. Kendisi hakkında yapılan tezler var. Ertuğrul Özaslan Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’ne tez hazırladı. Aydın Gülışık Muğla Üniversitesi için, Nazire Erbay Erzurum Üniversitesi’nde tez hazırladı.
Mehmet Nuri Yardım: Prof. Dr. Bayram Yüksel Bey Bahaeddin Bey’in Samiha Ayverdi’den de istifade ettiğini, yanına gidip geldiğini söyledi. Ben hikayelerini daha önce okumuştum. Bu toplantı vesilesiyle tekrar gözden geçirdim. O kadar mahviyetkar ki kitabın üzerinde Bahaeddin yazıyor ama Özkişi yazmıyor. İlk defa bir kapakta yazarın adı var ama soyadı yok. Bu eserinde toplam 70 hikaye var. Hikaye kitabının yanı sıra romanlarını da göstermek istiyorum. Sokakta, 100 temel eserden sayıldı. Bir diğer kıymetli eseri Uçtaki Adam. Ve Köse Kadı. Yani üç romanı ve hikayeleri var.
Öncelikle kısa hikayede bir usta. Hatta bugün Sanat Aleminde “Kısa hikayenin büyük yazarı” diye yazdım. Bunu okurken hakikaten bambaşka dünyalara açılıyor insan. Yani bana göre Türk Edebiyatı’nda hikaye denince akla gelebilecek ilk isimlerden biri. Çünkü o kadar ustalıklı bir şekilde sizi çekip çeviriyor ki bir bakıma kendinizi o dünyanın içinde buluyorsunuz. Tabii beslendiği kaynakları hocamız belirtti. Hakikaten bizim medeniyetimizi çok iyi tasvir eden, tahlil eden kısa metinler. Ben bir daha yeniden okudum. Şunu gördüm. Bu hikayeler bir bakıma deneme denebilir ama kuruluş olarak ve tür olarak bir hikayedir. En uzunu 2, 2.5 sayfa. Normalde 1, 1.5 sayfalık hikayeler. Bazıları birkaç paragraftan müteşekkil, bazıları tek sayfa. Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı Akbaba dergisinde mizahi hikayeleri çıkmıştır. Bunu birçok kimse bilmiyor, hatta Ötüken Yayınevi’nin yöneticileri kitaplarını basmaya başlayınca bunu fark ediyorlar. Bahaeddin Bey’in büyük bir hikayeci olduğunu o zaman fark ediyorlar.
Nevzat Kösoğlu hakkında önemli bir yazı yazıyor. Orhan Bey bütün eserlerini inceliyor ve bir bakıma Göç Zamanı’nın temelleri böyle atılıyor. Hikayelerinin tamamında bizim insanımız anlatılıyor. Dolayısıyla hikayeye girdiğinizde kendinizi adeta bir şadırvanın içinde bulursunuz. Çarşamba’da bir tarihi evin önünde kendinizi bulabilirsiniz. Bazen sizi alıp Osmanlı’ya götürüyor. İzninizle bir-iki paragrafı da buradan okumak istiyorum. “Bahaeddin Özkişi hikayelerinde birçok objeden bahsetse de kainatta gördüğü ve tanıdığı birçok eşyadan, bitkiden, hayvandan ve unsurdan bahsetse de onun temel meselesi insandır. Yani işin özünde insanı anlatmaktadır. Duygularıyla, düşünceleriyle, meziyetleriyle, hasletleriyle müspet, menfi bütün özellikleriyle insanoğlunu kalemine dolamaktadır. O, insanoğlunun özünü keşfe çıkan bir keşşaf gibidir. Günlük yaşamda karşılaştığımız olaylar zincirinin perdesini aralar, özüne inmeye çalışır, derinlemesine bakışlar serdeder. Bizim lakayd kaldığımız, hayatta monotonlaştırdığımız hadiseler onun kaleminin ucuna geldiği zaman bir anda harikuladeleşir. Zira o hadiselere üstün manalar yükler.”
Osman Akkuşak: Mehmet Nuri Bey! Bütün insanları mı anlatıyor, yoksa sadece bizim insanımızı mı?
Mehmet Nuri Yardım: Genelde insanı anlatıyor diye gördüm. Ama özelde bizim insanımızı anlatıyor. (Metinden okumaya devam eder) “Kavramlar başkalaşır, kelimeler ulvileşir, artık farklı bir gözle dünyaya ve evrende cereyan eden hadiselere bakmaya başlarsınız. Bu durumda psikolog veya ruhbilimci bir yazarla karşı karşıya kaldığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Bahaeddin Özkişi içinde yaşadığı şehirde gördüklerini, okuyucularıyla paylaşırken onun satır aralarına bir medeniyet perspektifi yerleştirir. İnsanı anlatırken onu şekillendiren, oluşturan, hamurunu meydana getiren manevi değerler zümresini unutmaz. Şehri anlatırken camiyi, mahalleyi anlatırken medreseyi, evi anlatırken çeşmeyi anlatmayı ihmal etmez.” Yani bir bütün olarak bakar, bir külliye gibi, “Bahaeddin Özkişi’nin bu hikayelerinde bunu görürsünüz adeta bütün bir şehir, bizim şehrimiz, bizim mahallemiz, bizim sokağımızı anlatır. Adeta hikayelerinde bir tasvir var. Her hikayesinin sonunda farklı tablolar görebilirsiniz. Çünkü mesela Fatih’teki, Çarşamba’daki bir medreseden söz ediyorsa bu medrese gözünüzün önünde canlanıyor. Çeşmesiyle, sebiliyle belki sadaka taşıyla ve diğer yardımcı unsurlarıyla. Dolayısıyla ben biraz Mustafa Kutlu’ya benzetiyorum. Mustafa Kutlu da biliyorsunuz ressamdır, aynı zamanda iyi bir hikayecidir. Yani ressam olan hikayecilerde tasvir gücü daha yüksektir. Çünkü bir bakıma resim tarafından geliştirdikleri birikimi hikaye sanatına da aktarıyor. Ve okuyucu bir bakıma hikaye okurken hakikaten bir film seyreder gibi çevreyi daha iyi gözlemler. Tabii bütün hikayelerden ben bahsetmeyeceğim. Çünkü uzun bir metin hazırladım ve merak edenler tamamını Sanatalemi’nden okuyabilirler. Şimdi Seval kardeşimiz romanlarını anlatsın.
Seval Günbal: Ben Bahaeddin Özkişi’yi ilk önce Göç Zamanı hikayeleriyle tanıdım. O zamanlar ve bugün onun hikayeleri Gogol’un Palto’suyla kıyaslanır. Üç tane romanı var. İlk olarak Sokakta romanı, ardından Köse Kadı ve Uçtaki Adam. Sanıyorum Samiha Ayverdi ile karşılaştıktan sonra tarihi romanlar yazmaya başlıyor. Köse Kadı ve Uçtaki Adam benim anladığım kadarıyla serhat uçlarındaki cengaverleri anlatıyor. Ben Sokakta romanından bahsedeceğim. Çünkü Sokakta romanı aynı zamanda Peyami Safa ödülünü de kazanmış bir roman. Üslubu, dili çok sarsıcı, çok etkileyici. O yüzden Sokakta’dan bahsedeceğim. Aynı zamanda Sokakta’nın şöyle bir önemi daha var. Kendisi hakkında birçok tez yazıldı ama bu tezlerde en çok Sokakta romanından bahsedilir. Sokakta romanını okuduğunuzda şunu görüyorsunuz. Büyük puntolarla onlar ibaresi geçiyor. Ben bunu okuduğum zaman onları çok merak ettim, niye en çok bundan bahsediliyor diye. Özkişi’nin Onlar’daki amacı, kastı neydi diye düşünmüştüm. Bunun üzerine herkes farklı farklı yorumlar getirebiliyor. Yazar semboller kullanıyor. Onlar da bu sembollerden bir tanesi. Ki bunu bütün yazarlar yapıyorlar. Orda sokağın yerine siz vatanı oturtabilirsiniz. Bahaeddin Özkişi’nin böyle bir ülküsü de var. Vatanı oturtabilirsiniz, anneyi oturtabilirsiniz, evi oturtabilirsiniz. Sokak onun için korunması ve uğrunda çarpışılması gereken bir alandı. Çünkü o vatanını korur, sokağını koruduğu gibi. Böyle bir duygudur. Sokak onun için kavganın başladığı asıl yerdir. Çok uyanık ve çok dikkatli bir şekilde mücadele veriyor. Bazı yazarlar hiçbir şekilde sembol de kullanmazlar ama sadece ipucu verirler. İşte Bahaeddin Özkişi de bunu yapıyor. Sokakta romanında bir bölüm var, orda romancı bize ipucu veriyor. Ben o bölümü size kitaptan okumak istiyorum çünkü bu bölümü okursak Sokakta’nın niçin Sokakta olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Benim elimdeki 1978 baskısı, ben doğmadan çok önce yapılmış bu baskı, gerçek eserlerin etkisi kendilerinden sonraki nesillere de ulaşabiliyor. Bahaeddin Özkişi’nin gerek hikayelerinde, gerek romanlarında böyle bir gücü var.
Mehmet Nuri Yardım: Göç Zamanı ilk baskısını yaptığı zaman – Ötüken’den- Bahaeddin Özkişi’ye emr-i hak vaki oluyor. Kitabı göremeden göç ediyor. Bu da Cenab-ı Allah’ın bir tecellisi.
Seval Günbal: Sokakta’da Bahaeddin Özkişi’nin mücadelesinin ana kaynağını görüyoruz. Şöyle diyor: “Orada neler olmadı ki. Orada insanlar bir milletin ve insanlığın mukadderatıyla oynanan oyunun seyircisi ve aktörü oldular. Dünyanın tamamıydı sokağımız. Bir ırk diğer ırklara, bir fikir diğer fikirlere köle edilmeye çalışıldı. Bu savaş bitmedi hala. Ve sokak üzerine konuşmamız da bu yüzden bitmeyecek. Oradan bahsetmemek insanın kendisini görmezden gelmesi anlamını taşımaz mı? Oysa sokak ve insan. İşte yok farzedilemeyecek iki önemli şey. Bütün maksatlar bu iki nokta ile ilgili.” Bütün romanlarına ve hikayelerine baktığımız zaman Bahaeddin Özkişi’nin çok naif olan ve hiç karamsar olmayan bir dili var. Kesinlikle karamsar değil. Tüm gerçeklerden çarpıcı, vurucu bir şekilde bahsediyor ama aynı zamanda karamsar değil.
Mehmet Nuri Yardım: Bahaeddin Özkişi’yle tanışan Ahmed Hamdi Tanpınar ona diyor ki: “ Evladım! Yazmaya devam et. Sen on Sait Faik edersin. Dolayısıyla Tanpınar gibi, Samiha Ayverdi gibi edebiyatçıların takdirini kazanmış büyük bir edebiyatçıdan bahsediyoruz. Şimdi hatıralar eşliğinde Kamil Bey’i dinleyelim.
Kamil Güzelyazıcı: Efendim bendeniz kendisinin bacanağı oluyorum. 1969 senesinde oldu. Kendisiyle beraberliğimiz maalesef altı sene sürdü. 1975 senesinde onu kaybettik. 1 ay arayla evlendik. Şu ana kadar konuşmacılar Bahaeddin Bey’in ilmi yönü üzerinde durdular. Ben Bahaeddin Ağabey’in gönül yönünü anlatacağım. Tanıdığım kadarıyla anlatacağım. Yoksa hakikaten son derece kapalı bir insandı. Hassas, o derece mütevazı, muhatabını çok samimi bir şekilde dinleyen, gözlerinin içine baka baka dinleyen bir ahlakı vardı. Hiç kimsenin sözünü kestiğine şahit olmadım. Devamlı dinler, çok neşeli görünmesine rağmen onda hüzün vardı. Bir araya geldiğimizde her şeyden bahsederdik. Hatta bir keresinde şöyle bir şey oldu. Kendisi Almanya’da çok bulunduğu için bir keresinde ona “Bahaeddin Ağabey! Biz Avrupa ülkelerinden daha geri zekalımıyız ki bu kadar geri kalmışız?” O da “Onlarda kolektif çalışma, kolektif görüş var. Bizde ise tam tersidir. Aslında dünyanın en zeki milleti biziz.” dedi. Bu benim kulağıma küpe olmuştur.
Benim küçük baldızım, bir münasebetle ölüm bahsi açılıyor. Bahaeddin Bey de “İnsan öyle ölsün ki hiç unutulmasın.” diyor. Baldızım da “Bu olsa olsa ancak 10 Kasımda olur.” diyor. O da “Neden olmasın.” diyor. Bu herhalde kendisinin kerametidir. Çok vefakar bir insandı. Tevazuda hakikaten üstündü. Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’ne gelir, herkesten evvel gelir, 20, 25 metrekare bir mekan. Ben toplantıdan önce gelir, görürüm ki erken gelmiş yerleri süpürüyor. Süpürgeyi elinden zorla alırdım. Öyle mütevazı bir insan. Sonra sohbetler başlar, evvela çok iyi dinler, dinledikten sonra eğer fikrine müracaat edilirse gayet veciz bir şekilde izah eder. Bir gönül adamıydı. Bu kadar fikri yapısı ve eser meydana getirmesi onun fevkalade kabiliyet sahibi olduğunu gösterdiği gibi imani tarafı vardı. Fakat bunu gizlerdi. Muhatabına göre tavır takınırdı. Benden sonra Tufan Bey onu daha geniş bir şekilde anlatacaktır.
Mehmet Nuri Yardım: Çok teşekkür ediyoruz, sağolun. Bugün Bahaeddin Bey’in yakınlarından Hadi Bey’i aradım. Hadi Bey Emre Aköz’ün kayınpederi. Sağolsun Fatma Yargıcı Hanımefendi telefonunu buldu, kendilerini davet ettim. Daha önce adını duymuştum. Emre Aköz, Bahaeddin Bey hakkında birkaç yazı yazdı. Hadi Bey’in Bahaeddin Bey’in dostu olduğunu biliyordum, not almıştım. Önce çok teşekkür etti, memnun oldu, “Bahaeddin Bey’i andığınız için çok teşekkür ediyorum. Ben de gelmek isterdim ama çok yaşlıyım. Seksen yaşındayım. Evim de uzak. Ama inşallah bir başka zaman bir araya geliriz.” dedi. Telefonda birkaç şey sordum. “Ben edebi yönünü bilemem, ama insan olarak mükemmel bir insandı. Benim yakın dostumdu. Benim birçok yönümü törpülemiştir. Bana çok faydalı olmuştur.” dedi. Böyle güzellikle yad etti, çok da memnun oldu. Hepinize selamları var. Şimdi Tufan Bey’i dinleyeceğiz. Tufan Bey Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’nin başkanı. Hocam kabul ederse bu dernek hakkında en yakın zamanda bir mülakat yapmak istiyorum. Zannediyorum 1960’larda kurulmuş. İnşallah o derneği bir gün burada konuşuruz. Zat-ı alinizi de misafir ederiz. Şimdi Bahaeddin Bey hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi dinleyelim.
Bahaeddin Özkişi konferansının notlarına dünkü kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Tufan Baran: Muhterem hazirun! 36 yıl sonra çok kıymetli ve değerli bir mütefekkiri muhterem zevcelerinin, akraba-i taallukatının, Mehmet Nuri Bey’in riyasetinde bütün eş ve dostlarının, ahbaplarının bizi bir araya getirmesi dolayısıyla sizlere de, onlara da, teşrif buyuranların hepsine teşekkürlerimi sunuyorum. İnsanların unutulmaması lazım. Bir filozof diyor ki: “Bir insanı en son anan kişi öldüğü zaman o ölmüştür.” Yani isminden bahsedilmesi bittiği zaman. Şimdi çok güzel bir faaliyet var. Zaman zaman bir araya geliniyor. Kendisiyle ilgili çalışmalar yapılıyor, konular ortaya konuluyor, mesela bir Peyami Safa’nın ben anıldığını hiç işitmedim. Namütenahi eserleri var. Hem filozofik, hem psikolojik, hem de Cingöz Recai adıyla yazdığı namütenahi eserleriyle vs. hiç anılmadı. Halbuki Peyami Safa büyük bir üstad yazardı, büyük bir mütefekkirdi. Kendisini biz 1961’de Demokrasi Fikir Kulübü’nü kurduğumuz zaman yatalak bir hanımefendi Cağaloğlu’ndaki bir handa bize bir yazıhaneyi telefonuyla beraber tevdi ettiler. Ama Peyami Safa daha hala anılmıyor.
Mehmet Nuri Yardım: Hocam! 15 Haziranda ESKADER yöneticileri andı, Mehmed Niyazi Bey’le beraber mezarlığa gittik, Peyami Safa’yı da unutmadık.
Tufan Baran: Şimdi Niyazi Bey harika bir insan. o kadirşinaslığın, vefakarlığın bir örneği. Dolayısıyla onu da hayırla yad ediyoruz. Allah ona da sıhhat, afiyet nasip etsin, uzun ömürler versin. Çanakkale Mahşeri’yle Çanakkale’ye namütenahi insanın akmasına vesile olmuştur. Eskiden Çanakkale şehitlerinin anılmasına aşağı yukarı bir-iki otobüs giderdi. Bir Çanakkale Milletvekili televizyonda anlattı, dedi ki: “ Her cumartesi - pazar 200 araba geliyor.” Bu da Çanakkale Mahşeri’nin meydana getirdiği revaçtandır.
Mehmet Nuri Yardım: Plevne diye bir romanı daha basıldı. Birkaç hafta önce buradaydı, o eseri anlattı.
Tufan Baran: Bahaeddin Özkişi dediğimiz zaman soyadının üzerinde durmamız gerekiyor. Özünde kişilik olan şahsiyet. Onda ne gibi özellikler keşfettiniz diye soracak olursanız bir yalan söylemeyen bir insan, beraber bulunduğumuz süre içerisinde kesinlikle yalan söylemeyen bir insan olarak hafızamızda yer etti. İkincisi sözünde duran bir insan. Mesela pazar günü saat ikide şu yerde buluşalım dersek oraya on dakika önce geliyor. Biz ikide gidiyorsak o on dakika orada bekliyor. Tam ikide hareket edelim ordan nereye gideceksek diye. Emanette riayette hiç kusuru yok. Yani Peygamberimizin münafıklık işareti olarak gördüğü özellikleri muhitinden uzaklaştırabilmiş bir insan. Karakter dediğimiz çok önemli bir şey. Biz bu özellikleri kendisinde müşahede ettik. İnsanlar başkalarına hizmet ettiğinde hiçbir zaman kendilerini küçültmezler.
Cafer-i Tayyar’ın başkanlığındaki heyet Habeşistan’a gitmişti. Necaşi’den iyi itibar gördüler. Peygamberimizin daveti üzerine Medine’ye döndüler. Bunun üzerine Necaşi, Peygamber Efendimiz’in nasıl bir insan olduğunu tetkik etmek üzere bir heyet gönderdi. Peygamberimiz onlara ikramda bulundu, sofrada havlu tuttu, ellerine su döktü. “Sen bu kavmin efendisi değil misin?” dediler. “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” dedi. Bahaeddin Özkişi bu özelliklere vakıftı. Dolayısıyla hizmet ehliydi, hizmet ediyordu, çok değişik vasıfları vardı. İnsanlar bir aradayken birbirlerini pek teşhis edemiyorlar. Ancak insanlar birbirlerinden ayrıldıkları, ebediyete intikal ettikleri zaman “O nasıl bir insandı?” diye analize başlıyorlar. Dolayısıyla bu analizler bizde bir edebiyat dahisinin kaybolduğu intibaını uyandırıyor. Mesela Sokakta çok muazzam bir eser. Burada o kadar önemli hususlara temas ediyor ki. Mesela bir çamaşırcı kadının kızının, bir mülazımın batılılaşmaları sebebiyle meydana gelen skandal ve felaketleri iyice tahlil ediyor. İnsanların emniyete şayan kimseler olmaları üzerinde duruyor. Mesela “İnsanlar zevsin içine şeytanı sokmuşlar, zevs kılığında şeytanın emrine girmişlerdir. Sonra zevsin yerine Tanrı para oldu, şeytan paranın içine girdi.” diyor. Yani bu analizi yapabilmek, bu tespitte bulunabilmek için dahiyane fikir taşıması lazım bir insanın. Bunun vecize haline gelmesi lazım. Paranın içine girmiş olan şeytan kendisine taptırıyor.
Benim birçok yerde Milli Eğitim Müdürlüğü yapmış bir arkadaşım söyledi. “Biz Alparslan Türkeş’e gitmiştik. Alparslan Türkeş bize dedi ki: Arkadaşlar! Üç kitabı okuyacaksınız. Birincisi Köse Kadı ve onun devamı olan Uçtaki Adam, ikincisi Babürname, üçüncüsü Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları. Bu üç kitabı muhakkak okuyun.” dedi. Milli Eğitim Müdürü de “Yav bu Bahaeddin Özkişi kim?” dedi. Etrafa şerha şerha yayılan bir fikrin temsilcisi idi.
Kendisinin çok güzel hatıratları da vardır. Göç Zamanı’nda anlattığı bir olay kendi hayatıyla ilgilidir. Pederleri Demircili Ömer Lütfü Efendi. O zaman da ilkokula gidiyor bu. 50’den önceki inkılabın en şiddetli olduğu dönemler. 23 Nisan’ı anlatıyor, diyor ki: “Ben arkadaşlarla hocalar arasında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorum. Benim babam hem Silivri Müftülüğü yapmış, hem de Nakşibendi şeyhi. Ben onun evladıyım diye benden kaçıyorlardı. Benim kendimi kabul ettirmem için bir şey yapmam gerekiyor. Babamın sarığını, tespihini çaldım. Tiyatroda oynadım.” Ama daha sonra vicdan azabı çekmiş. İnsanların şahsiyeti çok değişiktir. “Babam vefat etmeden önce bizim eve namütenahi müridi gelirdi.” O zaman Müftülerin aldığı maaş çok cüz’iymiş. Ama babası yine de çorba kaynatırmış. Helva yapılır, çorba yapılırmış. Gelenler ondan müstefid olurlarmış. Fakat peder öldükten sonra kırk gün kapılarını kimse çalmamış. Kırk günden sonra Baş müritlerinden biri annesini istemeye gelmiş. Emin kişi olabilmek çok önemli.
Bahaeddin Özkişi çok genç vefat etti. Emekli de olmuştu. Ali Cano’nun sınıf arkadaşıydı. Ali Cano Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürü. Emekli olduktan sonra Tophane’den Çırak Okulu’nda öğretmenlik yapmasını istediler. Bir taraftan kitap yazıyor, bir taraftan maketler yapıyor, bir taraftan bizim oraya geliyor. Bir toplantıda Bayram Yüksel “Sizden hiç bahsetmemişti.” dedi. O mütevazı bir insandı. Ben orda da vardım, burada da vardım demez. Nam ve şöhret peşinde olan bir insan değil. Bugün insanlar bir para için yaşıyorlar, iki şöhret için yaşıyorlar, üç mevki için yaşıyorlar, dört şehvet için yaşıyorlar. Bu vahşi kapitalizmin hakimiyetidir. Sokakta romanında harika tahlil ve tespitler yapmıştır. Hep kökün üzerinde duruyor. Kökümüzü kaybetmeyeceğiz. En düşman olduğum şey bir yerin istimlaklarla yıkılmasıdır. Çünkü bozulma ordan başlıyor. Sokak gider. Şimdi mahalle baskısı diyorlar. Mahalle kişileri her türlü baskıdan korur. Mescit, türbe mahallenin manevi sahipleridir. İstimlakları yaptırmamak lazım. Bugün Camiler artık süs haline gelmiştir. Etrafında mahallesi, cemaati yok.
Osman Akkuşak: Sokakta’da bir ifade dikkatimi çekti. “Sokak, milletimizin müdafaa edeceği yerlerden biridir.” Bu mealde. Bir derneğin mensubu olan gençler şöyle bir bildiri dağıtmışlar. Trabzon ahalisi bunların bildiri dağıttığını görünce kovalamışlar. Hatta bir iki pataklamışlar galiba. Bizim Sorumlu Müdür var, Mustafa, Trabzonlu, ona dedim ki “Bu Trabzon’u öyle bir seviyorum ki. Trabzon şehirlerimiz içinde en sağlam şehir hüviyetini taşıyor.” O da “İyi ama Osman Ağabey! Hürriyeti yok mu insanların?” Ona dedim ki: “Millet, memleket aleyhinde şeyler olursa ona engel olmak kanunun vazifesidir.” Beyoğlu’na çıkıyorsunuz. Kavgalar, dövüşler. O dernek yürüyüş yapıyor, bu dernek yürüyüş yapıyor. Bunlar hürriyetin tezahürü ama kanunları çiğniyorlar. Sağı solu yakıyorlar, yıkıyorlar, hadi diyelim Beyoğlu kolektif bir sokak. Kanun kuvvetinin bunları önlemesi lazım.
Tufan Baran: Bundan 12-13 sene evvel Ankara’daydım. Nevzat Köseoğlu’yla görüşeceğiz, ona gittim. İlk Bahaeddin Bey’i onlara ben göndermiştim. Ondan bahsettik. “Ne zaman geldin?” dedi. “Dün akşam geldim.” dedim. “Yav keşke gelseydin. Türk Ocağı Vakfı dün akşam Bahaeddin Özkişi’yi andı.” dedi. Onun hatırasını yadedenler var. İnşallah devam eder. Eğer yaşasaydı çok büyük işler yapma imkanı olacaktı. Çok büyük planlar yapıyordu. Kısa bir rahatsızlıktan sonra rahmete kavuştu. Allah gani gani rahmet eylesin.
Lütfü Yılmaz: Ben de Bahaeddin Ağabeyimizi dernekte tanımıştım. 5-6 yıl beraber olduk. Ben de 69 itibariyle dernekle beraber oldum. Ben kendisini büyük ruhlu bir insan olarak tanıdım. Ahlak ve maneviyat dolu zenginliği olan bir insandı. Yalnız kendisini hiç göstermiyordu. Geç vakte kadar otururduk. Orası bir diyalog meclisiydi. Gizli bir hazineydi. Allah rahmet eylesin. Ruhu şad olsun.
Halit Köseoğlu: Rahmetli benim dayımdı. O vefat ettiğinde ben 16-17 yaşındaydım. Bizim iki dayımız var. Diğeri yumuşak, bu daha disiplinli. 47 yaşında vefat etti. Daha çok yaşasaydı daha çok eser meydana getirirdi. Kendisi devlet memuru olmasına rağmen dışarıdan iki tane ailesi vardı, onlara yardım ederdi. Bir akşam namazı vakti komaya girdi. Hastanede 10 gün kadar yattı, ondan sonra vefat etti.
Fatma Özden Hanımefendi ( Eşi ) : Söylemek istediklerimi atlamamak için yazdım. Mehmed Bahaeddin Özkişi’nin 36. sene-i devriyesinde yakınları, akrabaları, tanıyanları, sevenleri, bütün dostlar hoş geldiniz! Yine bırakmadınız, yıllardır unutulmadı, unutulmasına fırsat vermediğiniz için teşekkür ederim. Romancı, hikaye ustası Özkişi’nin bundan önce de dostlarının tertip ettiği anma programında tanıyanlar anlattı. Onlara da teşekkür ederim. Özkişi’nin okuyanların ruhlarına işleyen, onları kanalize edebilen eserler vermiş olması, bugüne kadar 36 yıl sonra hala hatırlanması bizi onurlandırıyor. Kitaplarını okuyan bir Öğretim Üyesiyle konuştum. Birlikte dinleyelim:
Ben, arkadaşlarım gençlik yıllarımızda Bahaeddin Özkişi’yi çok okuduk. O bizim için yol göstericiydi. Yurt sevgisini, onu sahiplenip korumamız gerektiğini bizleri milli hisler güçlendirerek o öğretti. Biz onu ağabeyimiz kadar kendimize yakın hissettik. Memleket sevgisini öylesine perçinleştirdi ki canımızı pervasızca vatan için feda edebilecek duruma geldik. Onun aşılarıyla vefa ve vazife borcu olarak öğrencilerimize, çocuklarımıza vatan sevgisini öğretiyoruz.” Özkişi sadece eserleriyle değil karakteriyle de değerliydi. Bizler gördük, tanıştık, yaşadık. Torunları göremedi. Geçmiş bir anma programının ardından ilk torunum elime yazılı bir kağıt tutuşturdu. O gün hiç görmediği dedesini çok özlemiş. Dayanılmaz bir hasret duymuş. Keşke görebilseydim demiş. Kaleme sarılmış, dedesini sevenler çok. Övgü dolu birçok konuşma dinledik. Yazı okuduk, ama şimdiye kadar ne yetişkin ne çocuk denecek kadar genç biri onu hatırlamayı böyle manzum olarak dile getirdi. O hissiyatını düzyazıyla değil, manzum olarak ifade eder. Yaşına göre duygularını iyi hissettirebilmiş dizelerine. Canım yavrum, ilk torunum! Annesinin babasız büyümesi onu o kadar çok etkilemiş ki kendi dedesizliğinin hüznünü içinde büyütmüş. Duyguları manzum olarak yazıp bize de hissettirdi. Okudum, duygulandım, çok genç torunumun 14 yaşındayken yazdığı manzumeyi sizinle paylaşmak istedim. Eğer kabul ederse kendisi gelsin.
( Torun okuyor)
Dizelenir yapraklar sonbahar gelince
Dökülür boynu bükük usulca yerlere
Sessiz gemi ne de erken uğramış bize
Rabbim tanıştırdı dedemi Azrail’le.
Yokluğunla ah sensiz geçen on sene
Özlemin kalbimizin en derin yerinde
Dünyada tadamadım ben dede sevgisini
İsterdim hissetmeyi bir kere bile.
Yaşamış gibiyim adeta hep seninle
Seyrettiğim birkaç siyah beyaz resminle
Keşke diyorum olmasaydı da varım yoğum
Tanışabilseydim ah canım dedem benim.
Yokluğun ebediyen kalacak hep kalbimde
İçimde söküp atamadığım bir ukde
Gözlerim arıyor, nerelerdesin dede?
Herkes burada eksiksin bayramda, kandilde.
Hep yanımda olsan da sarılsam boynuna
Öpsem ellerini, gülümsesen yüzüme
İstemezdin değil mi bırakıp gitmeyi?
Ah dedeciğim! Dönüşü olmayan yere.
Anneannem diyor tanısaydın dedeni
Anlardın bunca yıl neden ağladığımı
Fatma Özden Hanımefendi: Özkişi’nin ani vefatı bizi acılara garketti. Hayatımız allak bullak oldu. Öyle derinden sarstı ki bir anda neye uğradığımızı şaşırdık. Ahirete göç kaçınılmaz bir son. Giden memnun mu, değil mi bilinmez. Ama dönene hiç rastlanmıyor. Hepimiz kendimize biçilen nefes sayısını tüketeceğiz. Kimine az, kimine çok. Özkişi’nin vefatıyla üç kişilik çekirdek ailede iki kişi kalmıştık. Benle korumaya, sevgiye, şefkate muhtaç dört yaşında bir kız çocuğu. Kızım! Onu yetiştirirken iğneyle kuyu kazar gibi çok emek verdim. Hiç onu kırmadan, bir fiske vurmadan yetiştirdim. Kızım Zeynep büyüdü. Gelin oldu, eşi Selman Demir. Birbirinden güzel torunlarımız teker teker dünyaya geldikçe benim de gönlüm şenlendi. Her biri ayrı ayrı beni hayata bağladılar. Büyük torunum Elif, Sena, Mehmet Bahaeddin. Büyük torunum Elif de evlendi. Onun da nurtopu gibi birçocuğu oldu: Muhammed Eymen. Yavrumun yavrumun yavrusunu gördüm. Kucağıma aldım. Seviyorum, seviliyorum, çok mutluyum. Dünyamıza hoş geldin bebeğim, hoş geldin delikanlı! Özkişi bu tabloyu göremedi. Göç Zamanı adlı kitabında olduğu gibi münadi ona 10 Kasım 1975’te “Gel.” dedi. Nur içinde yatsın, ruhu şad olsun. Allah gani gani rahmet eylesin. Amin.
Mehmet Nuri Yardım: Yazı yazarken nasıl bir halet-i ruhiye içinde olurdu?
Fatma Özden Hanımefendi: 69’da evlendik. Daha ilk günlerden itibaren hikayelerini bana okudu. Çok muvafık olduğunu söyledim. Çok da beğendim. “Peki, neden devam etmedin?” dedim. “Düşünce silsilem kayboluyor.” dedi. “Yazdığımda düşünceler inkıtaa uğruyor.” Ben de ona “Sen söyle, ben yazayım.” dedim. Ben çok süratli not tutarım. Kendi kendime birtakım rumuzlarım vardır. Bir gece oturduk, o dedi, ben yazdım; o dedi, ben yazdım. Akşam 9 ile 12 arasında. Biz böylece dört sene yazdık. Hiçbir gezmeye gitmeden 4 kitap yazdık. Bir tek kelimesine ben ilave yapmadım. Ama ancak böyle bir emekle çıkabilir.
Mehmet Nuri YARDIM: İnsan olarak nasıldı?
Fatma Özden Hanımefendi: Yeğeni asabi olduğunu söylemişti. Ama bizim 6.5 sene bir tek münakaşamız olmadı. O asabiyetini ben hiç görmedim. Ama ailesinde, arkadaşlarında asabiyeti çok görülmüş. Üniversitede çok görülmüş, kıyametler koparırmış. Kasım 2011 ESKANDER / Bâb-ı Âli Yokuşu Timaş İSTANBUL…
05 aralık 2011 www.dunyabizim.com


























7 Mart 2009 Cumartesi

12 EYLÜL




"12 Eylül 1980: Nedir ne değildir?"
.
ÖZCAN YENİÇERİ

12 Eylül ile ilgili daha çok 12 Eylül’den zarar görmeyen -tuzu kurular- konuşmaktadır. Çünkü darbeciler muhatap, muarız ve düşman olarak hedefe koyduklarının hem bedenlerini ezmiş hem de seslerini kısmışlardı. 12 Eylül sonrasında bu konuda sesi gür çıkanlar daha çok darbeden zarar görmeyenlerdir. O döneme ilişkin anlatılmaya değer hikayesi olmayanlar sonuçta o dönemde bedel ödeyenlerin hikayelerini “gözyaşı” içinde okumak durumunda kalmışlardır. Neyse konumuz bu değil!12 Eylül’ün en ağır bedelini ödeyen taraflardan birisi de ülkücülerdir. İşte bu taraf düşünürleri “Türk Yurdu” dergisi Eylül 2010 sayısıyla kamuoyunun önüne cevabını verdikleri soruları koymuş oldular. Derginin başlığı: “12 Eylül 1980: Nedir, ne değildir?” Sayının hem fikir hem de organizasyonunu Prof. Dr. Çağatay Özdemir yaptı. Dergi bir kitap hacminde olmuş. Yazılan anı ve makaleler ile 12 Eylül’ün Türk düşünce ve siyaset hayatında neden olduğu travma, kırılma ve dönüşüm ortaya geniş hacimli bir çalışmayla konulmuş oldu. Bugün dünün muhasalasıdır. Bu nedenle “eski” ve “yeni” tartışması yapmadan 12 Eylül’de neyin olduğunu ve 12 Eylülün neyi başardığını herkesin öğrenmeye ihtiyacı vardır. Daha çok da “yeni”lerin.Yazarlardan bazıları!Türk Yurdu dergisinin 12 Eylül sayısında yayınlanan makale başlıkları bile bu konuda bir kanaat hasıl etmeye yeter düzeydedir. İşte bu başlıklardan bir kaçı: Nuri Gürgür; “Öncesi, Sonrası ve Etkileriyle Otuzuncu Yılında 12 Eylül”; Nevzat Kösoğlu “12 Eylül 1980 ve Ülkücüler”, Özcan Yeniçeri, “Siyasi ve Sosyolojik Dönüştürme Projesi Olarak 12 Eylül” Milay Göktürk, “12 Eylül: Büyük Kırılma”; Osman Çakır, “12 Eylül 1980: Devletin Kurucu Düşüncesinin Yargılandığı Dönem”; Ümit Özdağ, “Özel Harp Dairesi-MHP-Türkeş Birlikteliği Yalanına Cevap”; Veli Hikmet Başer, “12 Eylül 1980’e Gelirken Parlamento Dışı Solun Vaziyeti”; Fahri Atasoy, “12 Eylül’e Giden Sosyal Süreç Üzerine Bir Deneme”; Yunus Koç, “12 Eylül 80’den 12 Eylül 2010’a: Devlet Millet Ekseninde Bir Değerlendirme”; Hilmi Demir, “12 Eylül Askeri Darbesi; Homo Cemaaticus’un Miladı” ; Kemal Görmez, “12 Eylül: Bizim Neslin Ömür Törpüsü”; Lütfi Şehsuvaroğlu, “Bir 12 Eylül Yazısı” vb. Dönemle ilgili olarak kimi içeriden, kimi dışarıdan, kimisi de işkencelerle birlikte yaşayanlardan Agah Oktay Güner, Orhan Kavuncu, Mahir Damatlar, Hakkı Öznur, Osman Oktay, Oğuzhan Saygılı vb. anıları da Türk Yurdu dergisinin 12 Eylül özel sayısında yer almış.12 Eylülle yaşayanlar!Türk Yurdu dergisinin 12 Eylül sayısındaki makale ve anılarının hepsi birbirinden etkili ve çarpıcıdır. Bu makaleler 12 Eylül’de yaşananların çarpıcı yanlarını entelektüel bir duyarlılıkla ortaya koymuşlardır. Tamamen fikir, inanç, iddia ve tez olarak ortaya konulmuş olan görüşler, geleceğe ışık tutar niteliktedir. Bu makalelerin birinden bir paragraf aktarmak bile, anlatmak istediğimizin ne olduğunu ortaya koyar niteliktedir: “Ülkücülere gelince, evet çok acı çekmişler, Türk Milleti adına bedeli onlar ödemişlerdi; ama önlerinde açılan ufku görmüyorlar mı? Yedi Türk bayrağının birlikte dalgalanmasını hafife mi alıyorlar? Onlar yorgun olabilirler, ama gelecek kuşaklara bu yolu onlar açtılar. Hangi nesil çektiği acıların ödülünü bu kadar parlak almıştı? Onları kim kullanmış? Nasıl kullanmış?” (Nevzat Kösoğlu). Yalnız bu paragraf bile “kullanıldım-kullanıldık” nakaratı içinde olaylara bakanlara çok şey anlatır. 12 Eylül herkes için yaşanmış ve geçmişte bırakılmış bir zaman dilimi değildir. Hâlâ birileri 12 Eylül’ü etinde, kemiğinde ve ruhunda taşıyor. Türk Yurdu dergisi bu sayısında 12 Eylül’e güçlü bir ayna tutmuş. Bakmasını bilen herkes bu aynada kendisini görebilir.22.09.2010 ÖZCAN YENİÇERİ

5 Mart 2009 Perşembe

Dilde, Fikirde, İşte Birlik. İsmail Bey Gaspıralı

ismail bey gaspıralı ve yusuf akçura, Gurzuf, Kırım.
ismail bey gaspıralı ve yusuf akçura, Gurzuf, Kırım.

İSMAİL BEY GASPIRALI İsmail Bey Gaspıralı'nın cenaze töreni. İsmail Bey Gaspıralı'nın cenaze töreni. Gaspıralı İsmail Bey'in aziz naaşı, Bahçesaray'daki evinin avlusundan kalabalığın omuzlarında çıkarılırken(12 Eylül 1914)
İsmail Bey Gaspıralı

(Gasprinskiy)

- 1851-1914


İsmail Bey Gaspıralı (İsmail Mirza Gasprinskiy) 20 (eski takvime göre, 8) Mart 1851'de Bahçesaray yakınlarındaki Avcıköy'de doğdu. Annesi Fatme Sultan köklü bir mirza ailesinin kızıydı. Babası Mustafa Alioğlu Gasprinskiy de Çarlık ordusundan emekli teğmen rütbesini taşıdığı için küçük İsmail zadegân sınıfına mensuptu. Öğrenim hayatına mahallî Müslüman mektebinde başlayan İsmail, tahsilini bir Rus okulu olan Akmescit Erkek Gimnazyumu'nda sürdürdü. Bunu müteakip, önce Voronej'deki, daha sonra da Moskova'daki Harbokulu'na kaydoldu. Özellikle Moskova'daki askerî tahsil yıllarında genç İsmail dönemin Rus fikir hayatını ve aydınlarını yakından tanımak imkânını buldu. Burada tanıştığı Rus aydınlarına derin saygı duymakla birlikte, o yılların Moskovası'nın anti-Türk karakterdeki Pan-Slavist atmosferi onda aksi tesir doğurdu. O yıllarda devam etmekte olan Girit isyanında Rum asilere karşı mücadele eden Osmanlı askerlerine katılmak arzusuyla yakın arkadaşı Mustafa Mirza Davidoviç ile birlikte gizlice Türkiye'ye geçmeye teşebbüs ettiyse de, Odesa'dayken yakalandı. Çarlık Rusyası'ndaki askerî talebelik kariyeri bu şekilde sona eren Gaspıralı, 1868'de Bahçesaray'a dönerek, buradaki ünlü Zincirli Medrese'de Rusça muallimliğine başladı. Bu arada kendisini yoğun bir şekilde Rus edebî ve felsefî eserlerini okumaya verdi. 1872'de Kırım'dan ayrılan Gaspıralı İstanbul, Viyana, Münih ve Stuttgart üzerinden Paris'e gitti. Paris'de geçirdiği iki yıl içinde ünlü Rus yazarı İvan Turgenyev'e asistanlık yapmak da dahil çeşitli işlerle hayatını kazandı. 1874'de öteden beri içinde yatan Osmanlı zâbiti olma arzusuyla İstanbul'a geldi. Ancak burada geçirdiği bir yıla yakın süre içinde müracaatına olumlu karşılık alamadı ve tekrar Kırım'a döndü.
1878'de Bahçesaray Belediye Başkan Yardımcısı seçilen İsmail Bey, ertesi yıl Belediye Başkanlığı'na getirildi ve 1884 yılına kadar bu görevde kaldı. Gaspıralı'nın gerek Kırım'da, gerekse çeşitli dış ülkelerde geçirdiği yıllar ona büyük çoğunluğu kabuğuna çekilmiş bir halde yaşayan diğer Kırım Tatarlarından çok farklı tecrübeler kazandırmıştı. Mevcut problemleri yakından müşahede ettiğinden, yabancı hakimiyeti altında yaşayan soydaş ve dindaşlarını uyandırmak, onların seslerini duyurmak arzusuyla yayın yoluyla faaliyete geçmek istedi. İlk teşebbüs olarak, Akmescit'de çıkan Rusça Tavrida gazetesinde "Rus İslâmı" (Russkoe Musulmastvo) başlıklı sonradan risale olarak da yayınlanan bir dizi yazı yazdı. Burada, Rusya ile onun Müslüman tebası arasındaki ilişkilere değinerek, bu kadar çok sayıda Müslümanı içinde bulunduran Rusya'nın bir Ortodoks Hristiyan devleti olduğu kadar aynı bir Müslüman devleti sayılmasının da doğru olacağını savundu. Ona göre, imparatorluğun bu iki ana unsuru birbirini daha iyi tanımalı ve Ruslar çağa uygun bir maarif sisteminden ve bilimden mahrum bir halde bulunan Müslümanların buna kavuşmasına engel olmamalıydı.
Gaspıralı'nın bu ilk eseri özellikle Rus hükûmetine ve çevrelerine hitaben yazılmıştı. O, Kırım'dakiler de dahil umum Rusya Müslümanlarının, millî bir uyanışa geçmedikleri takdirde eriyip gitme tehlikesine maruz bulunduğunu ve bunun ancak Rusya hükûmeti karşıya alınmadığı takdirde gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Müslümanlar üzerindeki Rusya hakimiyeti bu insanların içinde bulundukları geri kalmışlık ve ezilmişlik şartları altında değiştirilmesi mümkün olmayan bir vakıa idi. Zamansız ve maceracı hareketler ise Gaspıralı'ya göre ancak felâketle sonuçlanabilirdi. Öncelikle Rusya dahilindeki milyonlarca Müslüman cehalet ve ekonomik çöküş durumundan kurtulmalı, tecrid olunmuş cemaatlerden birleşmiş, modern bir millet haline dönüşmeliydiler. Hepsi Müslüman oldukları için İslâm'ın özünde mevcut olan temel dinî uhuvvet olgusu bunları birleşmeye sevk ettiği gibi, büyük çoğunluğu itibarıyla da (az-çok farklı lehçelerde de olsa) aynı dili yani Türk dilini konuşan halklar olduklarından etno-dinî esaslarda yekpare bir millet halinde bütünleşmeleri gerekliydi. Tek tek ele alındığında mevcut meselelerle başa çıkabilmelerine ihtimal verilemeyen bu Müslüman-Türk halkları, birleşip bütünleştikleri takdirde büyük bir potansiyel meydana getirebilirlerdi. Bütün bunların ön şartı ise, Rusya İmparatorluğu'nda yaşayan Türk-Müslüman toplumların geri kalmışlık ve cehalet zincirlerini kırmalarını sağlayacak ve birbirlerine yakınlaşıp bütünleşmelerini mümkün kılacak tarzda çağın ihtiyaçlarına uygun bir maarif sisteminin ihdasıydı. Bu sistem Türkçe eğitim vermeli ve Gaspıralı'nın tasavvurundaki millî bütünleşmenin altyapısını hazırlayacak bir ortak Türk edebî dilinin teşekkülüne vasıta olmalıydı. Bunun yanısıra, oluşacak millî bir Türk basını da bu toplumların birbirlerinden haberdar olmalarında ve kaynaşmalarında hayatî bir rol oynayacaktı. Ancak, bütün bu safhalarda Rus hükûmetinin gazabını celbedecek tavırlardan uzak durmalı, Batı bilimini Ruslar vasıtasıyla alabilmek için gayret sarfedilmeli ve umum Rusya gelişmelerinden uzak kalınmamalıydı.
Gaspıralı öncelikle bu fikirlerini tedricî ve ihtiyatlı bir şekilde de olsa ortaya koyabileceği Türkçe bir yayın organına ihtiyaç duymaktaydı. Bu yoldaki resmî müracaatlarının sonuçsuz kalması üzerine, Tiflis'de her birini değişik adlarla bastırdığı bir dizi varaklar neşretti. Söz konusu varaklar fiilen süreli yayın mahiyetinde olmakla birlikte, resmî müsaade yokluğu dolayısıyla teoride münferit yayınlar şeklinde basılmıştı. Gaspıralı bu arada, tasavvurundaki gazetenin yayını için gereken resmî müsaadeyi alma çabalarını sürdürdüğü gibi, Volga boyundaki Müslümanlar arasında da dolaşarak henüz yayın müsaadesini almadığı gazetesine aboneler bulmaya çalıştı. Nihayet, 1883'de bütün muhteviyatının Rusçasının da birlikte yayınlanması şartıyla Tatarca (yani Türkçe) bir gazete neşri müsaadesini elde edebildi. İlk nüshası 22 Nisan 1883'de Bahçesaray'da basılan Tercüman adındaki bu gazete haftada bir gün yayınlanıyordu (Ekim 1903'den itibaren haftada iki gün çıkmaya başlayan Tercüman, 1912'den sonra günlük oldu). Tercüman'ın dili esasen sade bir Osmanlı Türkçesi olup, zaman zaman Kırım Tatar veya diğer Türk lehçelerinden kelime ve sözlerle takviye edilmekteydi. Tercüman Kırım'da yayınlanan ilk Türkçe gazete olduğu gibi, umum Rusya Müslümanları arasında Türk dilindeki ancak üçüncü gazeteydi. Diğerlerinin (Taşkent'de yayınlanan resmî Türkistan Vilâyeti'niñ Gazeti hariç tutulursa) kısa sürede kapanmalarıyla uzun süre Tercüman Rusya İmparatorluğu dahilindeki yegâne Türk ve Müslüman gazetesi olarak kalacaktı. Tercüman'ı ve gerekli olacağını düşündüğü diğer yayınları basabilmek için Gaspıralı Bahçesaray'da Arap harfleriyle bir de matbaa kurmuştu ki, bu Kırım'daki ilk Müslüman matbaasıydı. Tercüman Kırım Tatarları arasındaki ilk basın organı olduğu için özellikle başlangıçta Gaspıralı gazetenin bilfiil her safhasını şahsen ve en yakın aile fertlerinin yardımıyla yürütmeye mecbur kaldı.Doç. Dr. Hakan Kırımlı


İsmail Gaspıralı'nın Fikirleri


İsmail Gaspıralı'nın fikirlerinin tam bir tasnif ve tahlilini yapabilmek için onun Tercüman'da ve Tonguç, Şafak, Kamer, Ay, Yıldız, Güneş gibi küçük gazetelerde çıkan yazılarını toplayıp neşretmek lâzımdır. Aynı şekilde mühim kitaplarının da neşrine ihtiyaç vardır. Ancak bundan sonra Gaspıralı'nın bütün fikirlerine erişebilmemiz mümkün olur. Türk âlemine bu kadar büyük tesiri olmuş bir insanın, doğumundan 140 sene, ölümünden 77 sene geçtiği halde makale ve eserlerine sahip olamayışımız, teessüf edilecek bir haldir. Gaspıralı hakkında, G. Burbiel tarafından 1950'de Almanya'da; E.J. Lazzerini tarafından 1973'te Amerika Birleşik Devletlerinde yapılmış doktora tezleri de yayımlanmış değildir. Tercüman ve Gaspıralı İsmail Bey'in neşrettiği diğer mecmua ve kitapları da tam koleksiyon halinde Türkiye kütüphanelerinde bulmak mümkün değildir. O halde Gaspıralı'nın fikirlerini tetkik için şimdilik elimizde, kütüphanelerimizde mevcut çok az sayıdaki Tercüman nüshaları ile onun hakkında yazılmış makaleler ve birkaç kitap kalıyor. Bu kitaplar içinde ilk ve önemli olanı Cafer Seydahmet Kırımer'in 1934'te İstanbul'da neşrettiği Gaspıralı İsmail Bey adındaki eserdir.
İki ilim adamımızın son yıllarda neşrettiği iki eser, bu sahadaki boşluğu dolduracak kıymetli kitaplardır.
Bunlardan birincisi 1987'de Ankara'da Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından neşredilen, Prof. Dr. Mehmet Saray'ın hazırladığı Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey adlı eserdir.
İkincisi, Doç. Dr. Nâdir Devlet tarafından hazırlanan ve 1988'de Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'nca neşredilen İsmail Bey (Gaspıralı) isimli eserdir.
Bu son iki eser, Amerikalı ilim adamı Lazzerini'nin İsmail Bey Gaspırinski and Müslim Modernism in Russia 1878-1914 adlı doktora tezinden de geniş ölçüde istifade etmişlerdir.
İşte biz de Gaspıralı'nın fikirlerini incelerken onun ulaşabildiğimiz makalelerine ve yukarda adlarını saydığımız eserlere müracaat edeceğiz. Gaspıralı'nın fikirlerini üç esas maddede toplamak mümkündür:
1- Batının yeni ve faydalı fikirlerini öğrenip müslüman dünyasında yaymak,
2- Maarifi yeni usule göre ıslah eylemek,
3- Osmanlı Türkçesini, bütün Türk dünyasının anlayacağı müşterek bir edebî dil haline getirmek.
Bunlara sıra ile göz atalım.
l- Batının yeni ve faydalı fikirlerini öğrenip müslüman dünyasında yaymak. Gaspıralı bu konuda yalnız makaleler yazmakla kalmamış; Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvâzene (1885), Kolera Vebası ve Onun Deva ve Dârûsu (1887), Beden-i İnsan (1901), Mir'ât-ı Cedid (1901) gibi eserler de yazarak neşretmiş, çeşitli sohbet ve konferanslarıyla da halkı ve müslüman dünyasını aydınlatmağa çalışmıştır.
İsmail Gaspıralı'ya göre kalkınma ve ilerleme, her milletin ve coğrafyanın hususî şartlarına göre olur. O, "maârifin usûl-i intişârının her bir iklim ve kavmin ahvâl-i husûsiyesine muvafık bulunması kaide ve kanun halindedir" der. İçtimaî hadiselerde ve hatta edebiyatta ırk ve muhitin önemli rolü olduğu, 19. asrın sonlarında Avrupa'da çok yaygın ve hakim bir fikirdir. Gaspıralı hep Japonya'yı örnek gösterenlere de aynı görüşle itiraz eder ve şöyle der: "Zamanımızda Japonya pek modadır. Japonya'nın sınaî terakkisi numune gösterilip misal olabileceği söylenmektedir. Biz böyle zannetmiyoruz. Japonya'nın ahvâl-i içtimâiyesi memâlik-i islâmiyeden başkacadır. Japonlar ve Çinliler, kadimden beri ehl-i san'attırlar Ne bizim Türkler ve ne de İranîler bunlarla kıyas edilemez."
İslâm dünyasında zanaat ve ticaretin yaygın olmadığını, müslümanların buna alışık olmadığını düşünen Gaspıralı, kalkınmaya ziraattan başlanmasını istemektedir. Önce ziraat geliştirilmeli, ziraî mahsuller iyi pazarlanıp satılmalı; sermaye birikiminden sonra sanayie geçilmeli. Gaspıralı'nın bu fikirleri tabiata uygundur. Her ülke elindeki imkânla işe başlamak zorundadır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti de öyle yapmış, önce ziraati geliştirmiş, sonra sanayie geçmiştir.
Bu düşünce tarzı dolayısıyle Gaspıralı, yabancı sermayeye de itiraz eder. Osmanlı ülkesindeki kapitülâsyonların zararlı olduğunu söyler.
Batının yaşayış tarzında ve ilerlemesinde kadının rolü de önemlidir. Gaspıralı müslüman kadının da cemiyette ve iş hayatında aktif rol almasını ister; Tercüman'da sık sık başarılı Türk kadınlarının faaliyetlerinden bahsederek onları över(3). İsmail Bey, kadın mevzuuna o kadar ehemmiyet verir ki 1906 yılında hususî bir kadın dergisi neşrettirir. Bu dergi, kızı Şefika Hanım'ın idaresinde çıkan Âlem-i Nisvan, yani "Kadınlar Dünyası"dır. Gaspıralı, çocuğun terbiyesinde, birinci derecede kadının rolü olduğuna inandığı için kadının kültürlü ve bilgili olmasına önem verir.
Gaspıralı, Tercüman'daki "Bizim Hal ve Maişet" adlı makalesinde yeni fikirlerle eski fikirleri, şu alâka çekici cümlelerle anlatır:
"... Umumiyet ve ekseriyet üzere görenek esiri muhafazakâr (konservatör) olan ahâliden terakki ve ıslahat muhibleri (liberaller) ayrılıp, eşya ve ahvâle bakış ve dünyadan istek ve matlab cihetlerinde birbirlerinden tefrik oldular."
"Bunlardan terakki ve ıslahat isteyenlere "yeni fikirli" istemeyenlere "eski fikirli" namı verip bahsedeceğiz"(4).
İsmail Gaspıralı, eskiden toy, bayram, ziyafet ve meclislerde, havadan sudan bahsedilir, masal ve rüyalar anlatılırken, şimdi maariften, mektepten bahsedildiğini anlatır. "Yeni fikirlilerin matlabı millî mekteblerde tedrisi ıslah, talebe ahvâlini nizamlamak, Rus dilini ve fünûn ve bilük tahsil etmek edebî ve yeni tertip risaleler ve fen kitapları okumak, cem'iyet-i hayriyeler ve umumi kütüb ve kıraathaneler tesis etmek gibi işlerden ibârettir. . . Eski ve güzel âdetlere ve hallere rağbet ederler, lâkin her gördüklerini, her işittiklerini mîzân-ı akla çekip ibret ve tenkîdâta hevestirler, Eski fikirlilerin matlab ve efkârı pek sâdedir. 'Duralım, ileri gitmeyelim'den ibarettir. Gün gelir, gün gider bunlar berkarar kalmalı. Kuşlar yazın gelir, kışın gider-Bunlar taş gibi hareketsiz durmalı. . . başlarında bulunan kalpak kıyamettir, giydikleri rubanın endâmı-ilme hürriyettir; gömleklerinde olan kir ve ter güya eser-i keramettir, her ne işe göz atsalar âhır-ı nedâmettir"(5).
2- Batının ilerlemesinde maarifin birinci derecede rolü olduğuna inanan Gaspıralı kalkınmanın hangi sıra ile gerçekleşeceğini gayet iyi tesbit etmiştir: "Terakki meselesi maârifin terakkisine, maârifin terakkisi de ulemâ ilerlemesine tevakkuf etmektedir" (6). Yani önce âlimler çoğalacak, ilerleyecek; onlar maârifi ilerletecekler ve maârif bütün memleketi kalkındıracak. Bugün de geçerli olan bu düstur, İsmail Gaspıralı'nın başlıca gayesi hâline gelmiş ve ömrünün uzun senelerini o, bu işe vakfetmiştir.
Gaspıralı, eski öğretim usûlüne karşı, usûl-i savtiye adını verdiği ve okuma yazmayı çok çabuk öğreten yeni bir metot geliştirmiş, bu metodu önce hocalara öğretmiş, usûl-i cedid mektepleri denilen yeni okullar açmış ve açtırmıştır. 1884'te Bahçesaray'ın Kaytmaz Ağa mahallesinde Gaspıralı'-nın bizzat açtığı "birinci mekteb-i cedid" Rusya Türkleri arasında hızla yayılmış, 1914'te yani 30 yıl sonra sayıları 5000'e ulaşmıştır(7).
İstanbul'da çıkan Türk Yurdu dergisine 1911'de yazdığı "Türk Yurducularına" adlı uzunca makalesinde Gaspıralı "Usûl-i Cedid nasıl başlatıp yaydığını tatlı bir üslûpla anlatır(8).
3- 13. asırdan önce bütün Türklerin edebî dilleri tek ve müşterek idi. Çeşitli Türk boylarının ayrı ayrı ağız ve şiveleri vardı; fakat bunu sadece konuşmada kullanırlardı; yazıda kullandıkları edebî dil ortaktı. Bilge Kağan, Köl Tigin, Tonyukuk âbideleri; Altun Yaruk, Sekiz Yükmek, Irk Bitig gibi Uygur devri eserleri; Kutadgu Bilig, Atabetü'l-Hakayık gibi Karahanlı eserleri bu müşterek edebî dille yazılmıştı. 11. asırda Kaşgarlı Mahmud bu edebî dile "Hâkaniye" adını vermişti.
11. asırdan itibaren Oğuz Türklerinin Azerbaycan ve Anadolu'ya gelmesiyle ortaya çıkan coğrafî, siyasî, kültürel ve. lengüistik durum; Oğuz ağzının yeni bir yazı dili hâline gelmesine sebep oldu. Böylece 13. asırdan 19. asrın sonlarına kadar Türkler, iki edebî dil kullandılar. Bunlardan birincisi; Türkistan, Harezm, Kuzey-Kafkasya ve İdil-Ural'da, hattâ birkaç asır Mısırda kullanılan ve Hâkaniye Türkçesinin devamı olan Kuzey-doğu Türkçesi idi. Araştırıcılar buna "Müşterek Orta Asya Türkçesi", "Çağatayca" gibi isimler de verirler. İkinci edebî dil; Azerbaycan, Anadolu, Kuzey Irak ve Suriye ile Balkanlarda, hattâ birkaç asır Kuzey Afrika'da kullanılan Batı Türkçesidir. Buna "Osmanlıca" da denmiştir. Ancak Türklerin kendileri, Kuzeyde olsun, Doğuda veya Batıda olsun kullandıkları dile "Türk dili" veya "Türkî" diyorlardı. Azeri Türkçesi Osmanlı'dan pek farklı olmadığı için onu ayrı bir edebî dil saymıyoruz. Fuzulî, hem Azerbaycanlıların, hem de Osmanlıların şâiri idi. Kırım Türkleri de 1475'-ten sonra Osmanlı edebî dilini kullandılar Gazi Giray Han gibi, Âşık Ömer gibi divan ve halk şairleri yetiştirdiler.
19. asırda Türk dilinin ortaklığını Zeki Velidi Togan şu satırlarla anlatır:
"19. asrın ortalarına kadar Türkistanın her tarafında Batı ve Doğu Türkistan'da Kazak ve Kazan ülkelerinin hepsinde umumî Çağatay dili kullanılıyordu. 19'uncu asırda Kaşgarda Khocalar'ın ve Yakub Beğin târihine ait yazılan eserlerle, Khıyvada (Hîve'de) Munis ve Âgehî gibi müelliflerin ve Kazakistanda Anılay ve Bükey Ordasında Cihangir Hanın yazılarında kullanılan dil aynı dildir" (9).
19. asrın ikinci yarısında Rusların Türkistan'ı almasından sonra Türk edebî dilinde dalgalanmalar başladı.
Rusya'daki Türkleri Ruslaştırmak ve hristiyanlaştırmak için büyük gayret sarfeden ve İsmail Gaspıralı gibi aydınları bu yolda büyük engel kabul eden Nikolay İlminskiy, 25 Mayıs 1876'da "çeşitli işaretlerle hareketlenmiş Rus alfabesinin müslüman Türklerin kullandığı ayrı lehçelere uygulanmasını teklif etti. Bununla da yetinmeyen İlminskiy, müşterek bir Türk-Tatar dili yerine, her bir boy için boy şivesinin ana dil olarak kabul ettirilmesini" ileri sürdü"(10). İlminskiy, Tatar ve Kazak aydınlarına tesir ederek onlara da kendi boy dillerinde gramerler, alfabeler ve eserler yazdırttı"(l1). Bir yandan da Türkistan'da Mikola Ostroumov "Türkistan Vilâyetinin Gazeti"ni çıkarıyor ve 1883'ten 1917'ye kadar bu gazetede şehir ağzına dayanan Özbekçeyi yazı dili hâline getirmeye çalışıyordu(12).
İşte Gaspıralı'nın çıkışı da tam bu yıllara rastlar. Daha ilk çıkardığı Tonguç gazetesinde "Türk-Tatarların lisanda birliği meselesini ortaya atar ve fiilen her tarafta anlaşılabilecek bir Türk dili ile yazar"(l3). bu gazetenin mukaddimesinde şöyle der: "Milletimizin eseri olan lisanımız edebiyatça işlenmemiş ise de eğitime ve kaidelere gelecek lisandır. Gayet nâzik Tatar türkülerinden, Nogay cönklerinden, Kırgız ve Türkmen cırlarından anlaşılır ki eğer lisânımız usta bulup, kelime alınıp işlenirse, şimdikine göre çok dereceler parlak ve kullanışlı olur"(l4).
İkinci olarak çıkardığı Şafak'ta "malum bir türkünün Kazan'da ve Kırım'da nasıl söylendiğini yazar ve bu iki lehçenin yakınlığını müşahhas misâllerle gösterir"(l5).
İsmail Gaspıralı ömrü boyunca Osmanlı Türkçesini bütün Türklerin umumî edebî dili hâline getirmeye çalıştı. Fakat onun istediği yabancı unsur ve kaidelerle dolu bir Osmanlıca değil, halk tarafından anlaşılmayan yabancı unsurlardan temizlenmiş sade bir Osmanlı Türkçesi idi. Kendisi de ömrü boyunca Tercüman'da ve bütün eserlerinde böyle sade bir Osmanlı Türkçesi kullanmıştır. Büyük Türk şairi Mehmet Emin Yurdakul'un Türkçe Şiirler kitabına teşekkür için şairimize yazdığı mektupta şöyle der:
"... Âsâr-ı edebiyye ve şi'riyye arasına böyle meslekli bir eser aralaştırmak Türk âlemine büyük bir hizmettir ki denmen tebrik ediyorum. Türk âlemine dediğim mübalâğa zannolunmasın; mübalâğayı ne severini ve ne ederim; doğrusudur, çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Konya, Ankara, Erzurum Türkleri anlayıp, lezzetlenip okuyacakları gibi, Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzulî ve Nâbî nail olamadılar. Kırk elli milyonluk ve otuz asırlık bu âleme iptida bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz ki size şerefti, bize saadettir. . . Tebrik ediyorum... Tercüman'ın da çabaladığı bu yolda hizmettir. Sade ve kaba lisandır ki, Dersaadetin hamal ve kayıkçılarına,' Çin dahilinde bulunan Türk devecilerine gazeteyi tanıtmışın; Kazan'da, Sibirya'da olduğu gibi. Tebriz'de ve Horasan'da da Bahçesaray dilini öğrenmeğe meyil doğurmuştur"(l6).
Gaspıralı İsmail Bey, yukarıdaki satırlarda müdafaa ettiği ve yazılarında bizzat tatbik ettiği müşterek Türk edebî dili gayesini, nihayet 1905 senesinde bir şair haline getirmiş ve meşhur "dilde, fikirde, işte birlik" şiarını "Tercüman" adının başına ilâve etmiştir"(l7).
Gaspıralı'nın dilde birlik gayesini İlminskiy de fark etmiş ve savcı Pobedobçev'e yazdığı mektuplarda Gaspıralı İsmail Bey'in "kendi yayın organlarıyla Osmanlıcayı Türk soyundan gelen bütün müslümanların ortak dili yapmak" istediğini ifade etmiştir(18). "Duyduğuma göre" diyor İlminskiy, "Kazan'da Türkçe gazetelerin ve ayrıca ders kitaplarının sayısı her geçen yıl artmaktadır. Kitapların muhteviyatı Avrupaî, dili Osmanlıcadır"(19).
Gaspıralı'nın başlattığı ve İlminskiy'nin de kendisine göre tehlikeli bir gidiş olarak müşahede ettiği bu proses, Kazan'da olduğu gibi Azerbaycan'da da tesirini gösteriyordu. 20. asrın başlarında Azerbaycan edebî dilinin alacağı şekil hakkında epeyi tartışmalar olmuş; Osmanlı Türk edebî dilini kullananlarla, Azerbaycan'da diyalektik hususiyetlere dayanan yeni bir edebî dil yaratmak isteyenler şiddetli münakaşalara tutuşmuşlardı. Daha 1876'da Azerbaycan'da Hasan Bey Zerdabî, Ekinci gazetesinde (sayı: 14) "Türkçenin umumileştirilmesi teklifinde bulunmuştur" (20). Osmanlı Türk edebî dilini müdafaa edenler 1900'lü yıllarda Hüseyinzade Ali Bey'in "Füyuzat" mecmuasında, 1910'lu yıllarda, "Şelâle" ve "Dinrilik" dergilerinde toplanmışlardı(21). 1920'li yıllarda Türkiye edebî dili Azerbaycan'da artık öğretim dili olmuştu Bu durumun 1930'lu yılların ortalarına kadar devam ettiğini Azerbaycan'lı dilci Tevfik Hacıyev, ders ve gramer kitaplarından, resmî yazılardan, edebî ve ilmî eserlerden Örnekler vererek anlatır(22).
Hüseyin Cavid, Mehmed Hadi gibi büyük şairler tamamen Osmanlı Türkçesini kullanıyorlardı, İsmail Gaspıralı'nın gayesi, 1920'li yıllarda Azerbaycan'da tamamen muvaffak olmuştur.
Ancak 1920'lerden sonra durum tekrar değişti. Yeni idareciler İlminskiy'nin sistemini benimsediler ve her boyun şivesine dayalı yeni edebî diller yarattılar. Şayet Türkler kendi kararlarını kendileri verebilseydiler Gaspıralı İsmail Bey'in başlattığı ve büyük mesafe kateden proses devam edecek ve bugün belki de müşterek bir edebî dile kavuşmuş olacaktık. Yeni sistem her boyun edebî dilini birbirinden ayırıp yerli diyalektlere bağladığı gibi, 1929 yılında Kırım'da da, İsmail Gaspıralı'nın kullandığı dil yerine, Orta Yolaklı şiveyi esas kabul eden edebî dilin kullanılmasını kararlaştırmıştır(23).
Türk dünyası şimdi Perestroyka siyaseti ile yeni bir proses içine girmiştir. Muhtemeldir ki Türk aydınları, kullandıkları edebî diller üzerinde yeniden düşüneceklerdir. Bu yeni durumda ve doğumunun 140. senesinde İsmail Gaspıralı'yı ve onun fikirlerini hatırlamamak mümkün değildir. Son olarak "Usûl-i Cedid"de edebî dil meselesine temas ederek konuyu bağlamak istiyorum.
İsmail Gaspıralı'nın "tavsiye ettiği programa nazaran Usûl-i Cedid yani Avrupa tarzında tanzim etmiş ibtidaî mekteplerde ilk öğretim mahallî lehçelerle olacaktı; fakat üç sene kadar ibtidaiyede okuyanlar, mutlaka edebî lisan dediği Umumî Türk dilini öğrenecekler ve dördüncü seneden itibaren öğretim artık umumî Türk diliyle yapılacaktı" (24).

Prof. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN

* Akmescit, Mart 1991
(1) Cafer Seydahmet Kırımer, Gaspıralı İsmail Bey. İstanbul, 1934, s. 166.(2) a.e., s. 158.
(3) Doç. Dr. Nâdir Devlet, İsmail Bey (Gaspıralı), Ankara. 1988, s. 33.
(4) "Bizim Hal ve Maişet". Tercüman, 16 April 1895, s. 29-31.
(5) a. mak.
(6) Kırımer, a.e., s, 168.
(7) Doç. Dr. Mehmet Saray, Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey ,Ankara, 1987, s. 58.
(8) Türk Yurdu'nun 7. ve 8. sayılarında yer alan bu makale, M. Saray'ın eserinde de (s. 81-96) bulunmaktadır.
(9) Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, İstanbul, 1981, s. 486.
(10) Mehmet Saray, a.e., s. 28.
(11) Z.V. Togan, a.e., s. 490.
(12) a.e., s. 501-503.
(13) Prof. Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri 1928 Yılı Yazıları, Ankara, 1981 s. 64.
(14) a.e., s. 70-71.
(15) a.e., s. 71.
(16) Doç. Dr. Mehmet Saray, a.e., s. 75, 76.
(17) Prof Dr. Yusuf Akçura a.e., s. 73.
(18) Doç. Dr. Nâdir Devlet, a.e., s. 47.
(19) a.y.
(20) a.e., s. 56.
(21) T.İ Hacıyev, Azerbaycan Edebî Dili Tarihi-2 Bakı, 1987, s. 184-188.
(22) a.e., s. 275 vd. Ancak Hacıyev, bunun aleyhindedir.
(23) A.N. Garkavets, Ana Tili 7.
(24) Prof. Yusuf Akçura, a.e., s. 74.


İsmail Bey Gaspıralı

(İsmail Mirza Gasprinskiy)

Türkçülüğün 20. yüzyıldaki en büyük yol göstericilerinden İsmail Bey Gaspıralı'yı uçmağa varışının 94. yıldönümünde saygıyla anıyoruz.İsmail Bey Gaspıralı (İsmail Mirza Gasprinskiy) 21 (eski takvime göre, 8) Mart 1851'de Bahçesaray yakınlarındaki Avcıköy'de doğdu. Annesi Fatme Sultan köklü bir mirza ailesinin kızıydı. Babası Mustafa Alioğlu Gasprinskiy de Çarlık ordusundan emekli teğmen rütbesini taşıdığı için küçük İsmail zadegân sınıfına mensuptu. Öğrenim hayatına mahallî Müslüman mektebinde başlayan İsmail, tahsilini bir Rus okulu olan Akmescit Erkek Gimnazyumu'nda sürdürdü. Bunu müteakip, önce Voronej'deki, daha sonra da Moskova'daki Harbokulu'na kaydoldu. Özellikle Moskova'daki askerî tahsil yıllarında genç İsmail dönemin Rus fikir hayatını ve aydınlarını yakından tanımak imkânını buldu. Burada tanıştığı Rus aydınlarına derin saygı duymakla birlikte, o yılların Moskovası'nın anti-Türk karakterdeki Pan-Slavist atmosferi onda aksi tesir doğurdu. O yıllarda devam etmekte olan Girit isyanında Rum asilere karşı mücadele eden Osmanlı askerlerine katılmak arzusuyla yakın arkadaşı Mustafa Mirza Davidoviç ile birlikte gizlice Türkiye'ye geçmeye teşebbüs ettiyse de, Odesa'dayken yakalandı. Çarlık Rusyası'ndaki askerî talebelik kariyeri bu şekilde sona eren Gaspıralı, 1868'de Bahçesaray'a dönerek, buradaki ünlü Zincirli Medrese'de Rusça muallimliğine başladı. Bu arada kendisini yoğun bir şekilde Rus edebî ve felsefî eserlerini okumaya verdi. 1872'de Kırım'dan ayrılan Gaspıralı İstanbul, Viyana, Münih ve Stuttgart üzerinden Paris'e gitti. Paris'de geçirdiği iki yıl içinde ünlü Rus yazarı İvan Turgenyev'e asistanlık yapmak da dahil çeşitli işlerle hayatını kazandı. 1874'de öteden beri içinde yatan Osmanlı zâbiti olma arzusuyla İstanbul'a geldi. Ancak burada geçirdiği bir yıla yakın süre içinde müracaatına olumlu karşılık alamadı ve tekrar Kırım'a döndü.Gaspıralı maarif reformunun ilk tecrübesini 1884'de Bahçesaray'ın Kaytaz Ağa mahallesinde açtığı mekteple yaptı. Bu uygulamanın başka bir örneği bulunmadığı için, mâlî kaynağın bulunması, muallimin yetiştirilmesi, programın hazırlanması, araç ve gereçlerin temini ve hattâ derste okutulacak malzemenin basılması hususlarını bizzat Gaspıralı üstlendi. Gaspıralı'nın, bu teşebbüsünü başlangıçta şüphe ile karşılayan Bahçesaray halkına yeni mektebi benimsetebilmek için ortaya attığı hedeflerinden birisi burada "kırk günde Türkçe okuma-yazma öğretileceği" idi. Nitekim, gerçekten de tam kırk gün sonra eşrafın ve halkın hazır bulunduğu açık bir imtihanla talebelerin bunu başardığını gösterdi. Gaspıralı, kurduğu mektebinde o zamana kadar kullanılan ve çok vakit aldığı gibi, başarı oranı da düşük olan eski usûlün yerine, önce harflerin ve bunların tekabül ettikleri seslerin tanıtıldığı, bilâhare de bunların gerçek kelimeler içinde okunuş ve yazılışlarının öğretildiği yeni bir metodu (usûl-ü savtiye) uygulamaktaydı. Gaspıralı'nın bu tecrübe mektebindeki yeniliği okuma-yazma öğretiminde daha kolay ve pratik bir usûlün uygulanmasından çok öteye gitmekteydi. Esasen, onun ilk denemesini yaptığı ve ileride çok daha geliştireceği maarif sistemi Rusya İmparatorluğu dahilindeki Müslüman mekteplerinde gerçek bir inkılâp mahiyetini taşıyordu. Bir bütün olarak ele alındığında onun Rusya Müslümanları arasında ortaya attığı bu yeni maarif sistemi, kendi kullandığı tabirle "Usûl-ü Cedîd" olarak çok yaygın bir kullanıma erişmiş ve bir devre damgasını vurmuştur. Bu tabirden yola çıkarak, 1917'ye kadarki dönemde Rusya İmparatorluğu'nda esasen bu sistemden yetişen millî-reformist kadrolar da genel olarak "Cedidçiler" olarak adlandırılacaklardır.Yayına başlamasını müteakip ilk yirmi yıl içinde Tercüman bütün Türk dünyası çapında o zamana (hattâ günümüze) kadar hiç bir diğer gazeteyle kıyaslanamayacak bir yaygınlık ve etkiye ulaştı. Gaspıralı'nın meşhur ifadesiyle, Tercüman, "Dersaadet'in hamal ve kayıkçılarına, Çin dahilinde bulunan Türk devecilerine ve çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan'da, Sibirya'da olduğu gibi Tebriz'de ve Horasan'da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur". Gerçekten de, sınırlı tirajına rağmen Tercüman Rusya İmparatorluğu'nun Müslümanlarla meskûn bütün bölgelerine yayıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nda, İran'da, Balkan ülkelerinde ve hattâ Türkçe okuyabilenlerin bulunduğu diğer İslâm memleketlerinde münevverler tarafından daimî olarak okunmaktaydı.Bütün bu gelişmeler olurken, Gaspıralı temsil ettiği fikirlerin ve faaliyetlerin karşısındaki güçlerle devamlı olarak uğraşmak zorundaydı. Müslüman cemaat içinde mutaassıp çevreler Gaspıralı'yı halkı dinden uzaklaştırmaya ve kâfirleştirmeye çalışmakla suçlarken, cemaat dışında hükûmet çevrelerinde yer alan pek çok nüfuzlu Rus da onu Pan-İslâmizm ve Pan-Türkizm'i gerçekleştirip Rus İmparatorluğu'nu bölmeye teşebbüs etmekle itham ediyorlardı. "Ruslaştırma"nın resmî devlet politikası olarak kabul edildiği ve imparatorluk idaresinde bilhassa gayri-Ruslara karşı en reaksiyoner uygulamaların yapıldığı bu dönemde, Müslüman tebayı etnik ve dinî temellerde ortak bir edebî dil ve kimlik etrafında birleştirmeyi ve uyuyan dağınık cemaatlerden modernleşme yolunda yekpare bir millet teşkil etmeyi amaçlayan bu tür teşebbüslerin Rus hükûmetinde endişe doğurmaması da mümkün değildi. Kaldı ki, 1880'li ve 1890'lı yıllarda bizzat Rusya hükûmetinin de maddî ve manevî desteğiyle, Rusya Türkleri arasında mümkün olabildiği kadar farklı edebî diller ve kimlikler ortaya çıkarıp, bunlar arasında da eğitim yoluyla tedricen Hristiyanlığın benimsetilmesi yönünde tasavvur ve uygulamalar (İlminskiy ve Ostroumov'un projeleri) mevcutken, Gaspıralı'nın ideal edindiği hedeflerin hoş görülmesi beklenemezdi. Bunlara karşı Gaspıralı son derece ihtiyatlı bir tavır almaktaydı. Onun karakteristik özelliklerinden birisi de gerek yazılarında kullandığı ifadelerin, gerekse icraat tarzının fevkalâde titizlikle seçilmiş olmasıdır.Gaspıralı'nın maarif anlayışında çok önemli bir yer tutan rüşdiyeler tamamen millî ruhta bir programa sahipti. Fen ve din bilgilerinin yanısıra, İslâm, Türk, Osmanlı ve Kırım tarihleri de rüşdiyelerin müfredatında yer alıyordu. Muallimler ise Türkiye'den davet edilmekteydi (bunlar çoğunlukla önceki asırda Türkiye'ye göç etmiş Kırım Tatar muhacir ailelerinin çocuklarıydı). Kırım Tatarları arasında hiç şüphesiz bir millî eğitim inkılâbı mahiyetini haiz olan rüşdiyeler, özellikle Türkiye'den muallim getirtilmesinden ciddî endişe duyan Rusya hükûmet çevrelerinde tepkiler doğurmakta gecikmedi. Hükûmetten başka grupların saf dinî mahiyette olmayan okullar açmaya yetkisi olmadığı gerekçesiyle (ibtidâî mektepler ise teoride dinî Müslüman okulları olarak sayılmaktaydı) rüşdiyelerin kapatılması emredildi. 1910 yılına kadar başta Gaspıralı olmak üzere Kırım'daki bütün aydın Kırım Tatarları söz konusu emrin iptali için direndilerse de, bu tarihten itibaren yarımadadaki rüşdiyelerin tamamına kilit vuruldu.İsmail Bey Gaspıralı 24 Eylül 1914'de Bahçesaray'da öldü. Cenazesi Rusya İmparatorluğu'nun her tarafından gelen 6,000'i aşkın insanın katıldığı büyük bir törenle Bahçesaray'ın Salaçık mevkiinde Kırım Hanlığı'nın kurucusu Hacı Geray Han'ın türbesi yakınlarında toprağa verildi. Ölümü bütün Türk dünyasında büyük üzüntü doğurdu ve gerek Rusya'da, gerekse Türkiye'de basın aylarca onun hizmetlerini hayranlıkla anlatan yazılar yayınladı. Başyazarlığını Hasan Sabri Ayvazov'a vasiyet ettiği Tercüman ise Gaspıralı'nın ölümünden beş yıl sonrasına kadar yayınlamayı sürdürdü. Gaspıralı'nın mezarı uzun süre Kırım Tatarları tarafından saygı ile ziyaret edildiyse de, 1944'de Kırım Tatarlarının topyekûn vatanlarından sürülmelerini müteakip, sayısız diğer eser ve abide gibi tamamen ortadan kaldırıldı. 1990'da Kırım'a dönen Kırım Tatarları tarafından Gaspıralı'nın tahminî mezar yeri yeniden çevrelenerek buraya bir anıt dikildi.Gaspıralı Rusya İmparatorluğu'ndaki Türklerin ve özellikle kendi vatandaşları olan Kırım Tatarlarının kültürel ve entellektüel hayatlarına hiç bir diğer kişiyle mukayese edilemeyecek ölçüde kuvvetle damgasını vurmuştur. Rusya İmparatorluğu'nda yaşayan Türk ve/veya Müslüman halkların tarihinde pek çok "ilk"lerin uygulayıcısı olan Gaspıralı'dan öncesi ve sonrası arasında çok büyük fark vardır. Onu Rusya İmparatorluğu'ndaki Türk/Müslüman millî uyanış hareketinin bir numaralı öncüsü ve tartışmasız en büyük ismi olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Gaspıralı'nın içlerinde modern Türkiye'nin kurucularının da yer aldığı son dönem Osmanlı aydınları üzerindeki etkileri de büyük ve kalıcı olmuştur. Onun ünlü sloganı "Dilde, Fikirde, İşde Birlik" bugün dahi Türk dünyası içindeki ilişkilerin temel yapısı için yol gösterici düstur olarak her vesileyle tekrar edilmektedir.
İsmail Gaspıralı'nın Kafkasya Seyahatleri

Türk dünyasının fikrî uyanışına önderlik eden İsmail Gaspıralı (1851-1914), fırsat ve imkân buldukça Türk-İslâm coğrafyasını hem yakından tanıyabilmek hem de düşüncelerini daha geniş bir çevreye yayabilmek için sık sık seyahatlere çıkmıştır. Bu yazıda onun Kafkasya’daki bir seyahatinden söz edeceğiz. İsmail Bey’in öğrenciliğinde ve gençlik yıllarında Rusya ve Avrupa’nın birçok yerlerinde bulunduğunu, 1874’te Fransa’dan dönerken kuzeydoğu Afrika ve Mısır yoluyla İstanbul’a geldiğini biliyoruz. 1875’te Kırım’a döndükten sonra da seyahatlerine devam eder. Bu bağlamda birkaç kere Kafkasya ve Azerbaycan’ı da ziyaret etmiştir. Kafkasya seyahatlerine geçmeden önce onun düşünce ve faaliyetlerinden kısaca söz etmek yararlı olacaktır. İsmail Gaspıralı, Rusya Müslümanları-Türkleri arasında modernleşme hareketlerini hızlandırmak, bu işi belli bir plan ve çerçeve dahilinde yapmak gerektiğine inanıyordu. Bu işte gazete ve eğitimin hayatî derecede önemli olduğunu çok iyi anlamıştı. Bir matbaa kurmak (1881) ve gazete çıkartmakla işe başladı (1883). Bir yıl geçmeden eğitim meselesine de el attı “Savtî metotla” (fonetik usulle) okuma-yazma öğretilen usul-i cedit mektebi açtı (1884), ilk ders kitaplarını yazmaya başladı. Rus hükûmetinden gazete çıkarmak için bir müddet izin alamaz; ama, her biri birkaç sayfadan ibaret ve birbirinin devamı olan küçük “süreli yayınlar” çıkarmayı başarır: Tonguç (1881. Bunun 1. baskısı Bahçesaray’da, 2. baskısı Tiflis’te yapılmıştır.) ve Şafak’ı (Tiflis, Ağustos, 1882) çıkartarak basın ve yayın faaliyetini başlatır. Tonguç ve Şafak’ı Tiflis’te Azerbaycan basın hayatının öncülerinden olan, Ziya, Ziya-yı Kafkasiye, Keşkül gibi süreli yayınları neşreden Sait ve Celal Ünsizadelerin matbaasında bastırmıştır. İsmail Bey’in daha Bahçesaray Belediye Reisi iken 1878’de Ziya gazetesinde bir mektubunun yayımlandığını, dolayısıyla Ünsizade kardeşlerle ilişkisinin olduğunu biliyoruz. Acaba 1881’de Tonguç’u ve 1882’de Şafak’ı bastırırken Tiflis’e gitmiş miydi? Bunu bilemiyoruz. Belki de sadece bu “süreli” yayınların metnini Ünsizade kardeşlere gönderdi, onlar da Tiflis Rus sansüründen izin alarak bunları bastılar. Gerçek her ne olursa olsun, onun Ünsizade kardeşlerle en azından 1878’den itibaren irtibatta olduğu ve onlarla alakasını daha sonra da sürdürdüğü anlaşılıyor. Nitekim 1883’te Tercüman’ı çıkarmaya başladıktan sonra, Ünsizade kardeşlerin süreli yayınları ve faaliyetleri hakkında her fırsat buldukça gazetesinde malûmât verir, onların yaptığı işi takdirle anar. Diğer yandan Kafkasya’da (Azerbaycan başta olmak üzere) bir hayli okuyucusu olduğu, bu bölgeden Tercüman’a gönderilen mektuplardan anlaşılmaktadır. İsmail Bey 1883’ten sonra gazetesini tanıtıp ona abone temin etmek, aynı zamanda değişik yerlerdeki Türk topluluklarını daha yakından tanımak amacıyla seyahatlere çıkar, demiştik. Bildiğimiz kadarıyla Kafkasya’ya, Tiflis’e ilk seyahati 11 Ağustos 1886’dadır. Bu seyahatinde şehrin ileri gelenlerini bir yere davet edip onlarla görüşmüştür. Rus yönetimi izin versin ve boş yere kuşkulanmasın diye bu toplantıyı “edebiyat meclisi” olarak adlandırır. Din âlimlerinden, devlet memurlarından, tüccarlardan ve soylulardan 50-60 kişinin katıldığı bu toplantıda çeşitli sosyal ve kültürel meseleler üzerinde konuşulduğunu kendisi Tercüman gazetesinde yayımladığı Meclis-i Edebî adlı yazısında açıklar. Tiflis’te Rusça yayımlanan Kavkaz gazetesi de bu toplantı hakkında bir haber yayımlamıştır. İsmail Bey, bu haber yazısını da çevirerek Tercüman’da Meclis-i Edebî yazısının sonuna ekler. Gaspıralı’nın aynı yıl içinde, 8 Kasım 1886’da tekrar Kafkasya’ya gittiği dikkatimizi çekiyor. Bu sefer Tiflis’in dışındaki şehirleri de ziyaret etme imkânı bulur. Bu seyahatinde gördüğü Batum, Ahıska, Ahalkelek, Tiflis, Şeki, Şamahı (Şirvan)’dan kısaca söz eder. Kısaca söz eder, ama bu şehirlerin genel durumlarını ana hatlarıyla, gerçekçi bir şekilde tasvir ettiğini görürüz. Kafkasya’da Ermeni ve Gürcülerin, Müslümanlardan daha ileri, gelişmiş bir hayata sahip olmalarını ibretle göz önüne serer. Müslümanların eğitime yeteri kadar önem vermemelerini, geri kalmalarının başlıca sebebi olarak görür. Müslümanların-Türklerin içinde bulunduğu kötü durumdan Rus siyasetinin büyük ölçüde payı olduğunu elbette bilir, ama bunu Rus sansürü yüzünden söyleyemez. Şehirlerin perişan olmasının sebepleri arasında Türkiye’ye göç etmenin olduğunu da söylemesi dikkati çeker. O, birçok yazısında Kırım Türklerinin de Türkiye’ye göç etmelerini engellemeye çalışmıştır. Rusların belli bir siyaset dahilinde yaptıkları tehcirleri (sürgünleri) bir yana bırakırsak, hangi sebeplerle olursa olsun, Türkiye’ye göç etmenin Kafkasya ve Kırım’ın önemli bölgelerini Türk yurdu olmadan çıkardığı, günümüzde artık inkâr olunamaz bir gerçektir. Küçük bir müşahede de olsa, Türk dünyasının ileri gelen önderlerinden biri olan İsmail Gaspıralı’nın Kafkasya seyahatinin bir kısmını; dergimizin okuyucularına ulaştırmanın yararlı olacağını düşündük. Onu da belirtelim ki Ahıska ve Ahalkelekle ilgili “Zakafkazya Boyu” adlı yazısı, Tercüman gazetesinde “Seyyah” imzasıyla neşretmiştir. İsmail Bey’in seyahatlerinin tamamı, hazırlamış olduğumuz “İsmail Gaspıralı; Seçilmiş Eserleri: 3, Dil-Edebiyat-Seyahat Yazıları” (İstanbul, Ötüken Yayınevi, 2008) adlı kitapta toplanmış bulunmaktadır. Konuya ilgi duyanlar bu eserde daha geniş bilgi bulabilirler. Metinde, günümüzde bilinmesi zor olan bazı kelime ve ifadeler, tarafımızdan parantez içinde açıklanmıştır. Buradaki metinler sözü edilen kitaptan alınmıştır.
Meclis-i Edebîye1
Tiflis İslâmlarını münasip bir mahalle davet edip cümlesi ile mülâkat (hepsiyle görüşme) şerefine nail olmak için İyul 30’da2 (11 Ağustos’ta) Kafkasya'nın Zıraat Cemiyeti hanesinde “Meclis-i Edebiye” içtima’ı (edebî bir toplantı) tertip etmiş idik. İşbu mecliste maarif, matbuât3 ve bazı mesail-i maişiye (yaşamla ilgili meseleler) hakkında ifadât ve mülâhaza (konuşmalar, fikir alış verişi) olunduğu sırada ulemadan (din âlimlerinden), zadegândan (soylulardan), tüccardan ve devlet memurlarından elli-altmış kadar maarifperverân ve kadirdân (bilginin ve eğitimin değerini bilen kimseler) bulunup biz âcizlerini mesrur buyurmuşlar (sevindirmişler) idi. İşbu meclisten ötürü Tiflis'te Rusça4 neşrolunan Kafkaz nam umumî gazetesinde görüldüğü madde (görülen yazı) budur: “İyul 30’da Çarşanba günü Tiflis'te mukim (oturan) İslâmları cem'edip Tercüman nam gazetenin muharriri (yazarı) İsmail Beyefendi meclis-i edebiye tertip ettiler. Ayrıca bir bölmeye toplaşıp bu meclise bazı İslâm hanımları dahi icabet buyurmuşlar idi. Hürmetlü mübaşir (işe öncülük eden; İsmail Bey) müzakereyi açmazdan evvel meclise hitaben irat ettiği nutkunda (yaptığı konuşmasında) bir dereceye kadar itikadât-ı siyasiyesini beyan buyurdu (siyasî inançlarını, düşüncelerini açıkladı). Rusya devletine on milyondan ziyade ehl-i İslâm tâbi olduğu sırada (olduğundan dolayı) diyanet ve kavmiyet nazarından (din ve soy bakımından) has Ruslardan son, Rusya ülkesinde birinci millet olduklarını ifade ederek Rusların İslâm hakkında hüsn-i muamelesi (iyi davranışı) ve adaletleri ve buna karşılık İslâmların dahi yurt ve devlete sadakatlerinden bahsetti. Nutkundan son ilân olunmuş maddeler üzere hayli ifadât ve mülahazât buyurup ahirine (konuşup düşüncelerini açıklayıp sonuna) geldikte erbab-ı meclis (toplantıdakiler) bir can gibi el urup (alkışlayıp) ibraz-ı aferin ettikten son (beğendiklerini bildirdikten sonra) birer birer İsmail Bey'in yanına barıp ifa-yı teşekkürde bulundular. Biz dahi öz tarafımızdan ilân ederiz ki İsmail Bey'in bu gibi meclisler ve gazetesi ile maarife hizmeti, şayan-ı tahsin ve aferindir (takdire değerdir)”. (Kafkaz, Numara: 202)
Kafkasya’da Üç Beş Gün5
Sabah erte uyandığım vakit parahod (vapur) Batum iskelesinde idi. Şehre bir göz attığım ile az vakitte acele acele bina olunmuş ve tazermiş (yenilenmiş) bir mahal olduğunu gördüm. Güzel ve mükemmel binalar sırasında osalca (fena, kötü) olanları göze çarpıyor idi. Yalıdan (sahilden) içeri Osmanlı zamanından kalmış ağaç yurtlar (evler) ve eskilikten kapkara olmuş iki ağaç minare görünüyor idi. Cedit (yeni) ve boyalanmış ağarmış binalar arasında kapkara ağaç minareler yaraşmıyor. Bunları tazretmeye (yenilemeye), güzel bir şekle koymaya, Batum İslâmları çare bulmuyorlar mı suali hatırıma geldi? Parahodtan şehre tüştüm (vapurdan şehre indim), her şeyden ziyade bu taraf İslâmlarını görüp aşina olmaya murat ettiğimden (tanışmak istediğimden) hemen vakit kaçırmayıp pazarlara, kahvelere çıktım. Batum ve civarının İslâmları, Gürcü kavmindendir. Bunlara “Türk” dedikleri İslâm olduklarına işarettir. Erleri (erkekleri) Türkçe bilseler de kadın taifesinin ekserisi (kadınların çoğu) Gürcü dilinden maada (başka) dil bilmiyor. Zakafkasya İdare-i Ruhanîsi’nden (Kafkas Ötesi Din İşleri Dairesi’nden) ayrıca olarak Batum’un öz müftüsü ve kadısı bardır. Şehrin cami-i şerifleri lâzımınca evkafa malik oldukları sırada (şehir camilerinin yeterince evkaf geliri olmasına rağmen) perişan hâllerine bir kat daha teessüf olunuyor. Topladığımız malûmâta göre camilerin irâdı (geliri), huddamdan maada (cami hizmetlilerinden başka) tamire dahi yeter derecede imiş. Son muharebeden (savaştan) beri bu şehir, Rusya hükmüne geçmesi ile iş küş (güç) ve ticaret birden bire terakki edip (ilerleyip) toprakların kıymeti bire yüz artıp, hesapsız davaların zuhuruna sebep olmuş. Şöyle ki mahallin hükûmeti, bu davaların hüsn-i tarik ile (güzel bir şekilde) [hâlledilmesi için]6 yeterince çok zahmet çekeceği şüphesizdir. Nizamen yasalmış (kanuna uygun olarak düzenlenmiş) Osmanlı senetleri ve kâğıtlarını Rusya hükûmeti kabul ettiği sırada (için) mülk davaları az olmak lâzım geldiği hâlde çok olmuş. Hâlbuki zaman-ı Osmanî’de hayli mülkdarlar (Osmanlı yönetimi zamanında birçok mülk sahipleri) hazine bergisinden (vergisinden) mal kaçırıp toprakları olduğundan eksik ve kem (az) göstermişler. Şehir Rusya’ya geçip toprağın arşını bir altın (kızıl) olmasıyla mülkdarlar, cümle (bütün) toprağa sahiplik etmek murat edince, kâğıtlarında ve senetlerinde gösterildiğinden maadası (başkası) şehir idaresine alınacağı anlaşılıp davalara yol bermiş (dava açılmasına sebep olmuş). Osmanlı hazinesinden bir kuruş yani beş kapik kaçırıp şimdi bir kuruşa bir altın kaybeden hayli adamlar ile görüştüm. Rusya nizamına, Rus diline aşina olan İslâm, hiç yok derecede olduğundan davasını ne gûne köçürmek gerek olduğunu (davasını ne şekilde açmak, yürütmek gerektiğini) bilmeyip hakkını kaybedenler de çok olduğu işaret olunmalıdır.
Zakafkazya Boyu7
Geçen avgustta Kafkaz’ın bazı yerlerini gezdim. Gördüğüm yerlerin ahvalini muhtasaran (durumunu kısaca) yazıyorum:

Batum:edemedikleri hâlde, hamallıkta, kahvecilikte, gayretsizlikte özge milletleri geçmişlerdir. Asar-ı atika ve nefiseden (güzel ve eski eserlerden) sayılan camilerinin etrafı açık; Kafkaz’ın oñ (sağ) gözü Bakû ise, sol gözü olan bu şehir, hayli terakki etmiş (gelişmiş); lâkin, asıl yerlileri olan Müslümanlar marifet, zanaat terakkisinden hemen hiç istifade mektep-medreseden ise nişane yok. Hükûmet mektepleri Ermeni, Gürcü evlâdıyla dolu, Müslümanlardan ise nispeten yok demek. Batum için, Rusça-Müslümanca okutmak üzere bir usul-i cedit mektebinin vücudu vacip hükmündedir (bir yeni usul okulun olması mutlaka gereklidir). Rus-Gürcü mektebinden olsun, ibret alınmalıdır. Müslümanların arasında garip bir âdet var: icabât ve ülfet-i kadimeye (ihtiyaçlar ve eski alışkanlıklara) aldanarak Müslümanca ve Rusçadan artık hâlâ Gürcü diline ehemmiyet verilir; hizmet edilir. Özge dil bilmek ayıp değil, vaciptir; lâkin, özge dilin bilip de öz dilin, edebiyatını bilmemek ayıp, hem büyük ayıptır. Civar Batum köylerinin meşelerinde, yaylalarında, bahçelerinde hayli istifade kapıları var: Ne fayda ki ahali, ilimsizlikten, bîhaber (habersiz) ve açtır. Ahıska ve Ahalkelek: Eski, küçük mektepler çok. Digoz8 köyünde, cenap Şakir Bey’in ve cemaatin himmet ve muaveneti ile (yardımıyla) meydana gelmiş büyük bir medrese mevcut. Usul-i tedris (öğretim usulü), edilen fedakârlığa9 mukabil değil. Ümit var ki zamanın, hâlin istediğine, icabına göz ederler (dikkat ederler) de medreselerin ıslahı, yeni mekteplerin küşadı (açılması) çok geriye bırakılmaz. Ahıska’da bir Cuma mescidi var. Dışarı büyük kapısı çamurla, mal tersiyle sıvanmış! Azgur köyünün mescitleri ise inanılsın, ahırdan daha harap. Yanı başlarındaki Yahudi, Gürcü kiliselerinin mükemmeliyetinden ibret alacak gözler kör olmuş. Bu şehirler büyüklerinin, medeniyet yolunda hiçbir eserleri yok. Ancak merhum Feyzullah Bey’in haremi Ziynet Hanım 15 bin ruble masrafla Harcem10 köyünde gayet güzel bir mescitle etrafında birer mektep, medrese bina ettirmiş ki tahsin, teşekkür11 etmek şayandır. Buralarda pek çok nüfus hicrete (göçe) hazırlanıyor. Yalnız burada değil. Aktaş, Kuba uyezdilerinde (kazalarında) de hayli hazırlananlar var. Çok avulları (köyleri) perişan eden hicret sebeplerini anlamak için muhacir (göçmen) olacakların ekseriyle görüştüm. En kuvvetli sebepler: Yersizlik, maişette darlık, harcın (verginin) çok görülmesidir. Bir sözle söylense; fukaralıktır. Arada, herçend (her ne kadar) bazı cahilâne, bîhaberane (cahilce, bilgisizce) sözler de varsa da inanılsın, bunlar hep birer bahanedir. Hicretin kuvvetli sebeplerinden biri de cehalettir. Kafkaz köyleri, umumiyetle cehalet deryasında yüzüyor. Müslümanlar hâlâ eski usul zanaat ve ticaretle maişet ediyorlar; hâlbuki komşuları, hemşehrîleri bulunan Yahudilerin, Ermenilerin, Gürcülerin nispeten gözleri açılmış. Usul-i cedidin hayrını, faydasını anlamışlar. Bunlar gafil vatandaşlarının ticaretini, zanaatını, medar-ı maişetlerini (geçim vasıtalarını) ellerine geçirdikten başka, yerlerini de yavaş yavaş zaptediyorlar. Müslümanlar, herçend işlerden (her ne kadar iş işten) geçip, açlık duyulduktan sonra akılları başlarına toplanıyorsa da artık hicretten kolay bir iş bulamıyorlar. Tiflis: Burada hayli ziyalı, malûmâtlı Müslümanlar vardır; sözlerine, tasavvurlarına bakılsa, insanın aldanacağı geliyor. Hâlbuki ortada ilimlerinin hiçbir amelleri (işleri), eserleri yok. Tiflis’e medrese-i ruhaniye (dinî öğretim yapan okul), cemiyet-i hayriye (hayır cemiyeti) binaları çoktan lâzımdır. Mevcut iki mektepten hakkıyla istifade edilmiyor. İşler, hizmetler hep dilde; en büyük marifet bu! Tiflis’in hâline teessüfle beraber, buradaki himmetli zevâttan (şahıslardan) ileride yine büyük işler beklenilir. Şeki: Ahalisi umumiyle çalışkan, maarife heveslidirler. Yeni usulde bir hayli ipek zavotları (fabrikaları), tezgâhları var. Ehl-i Tesennî (Sünnîler) ve Şiaların, birlikte usul-i cedit mekteplerini açtıkları12 ve ticarete olan rağbetlerini şayan-ı numune (örnek göstermeğe değer) gördüm. Barekallah (aferin), Şekililer! Cenab-ı Hak, istikbalde mutlak mükâfatınızı verecektir. Mevcut 4 usul-i cedit mektebinde hayli şakirt (öğrenci) var. Tahsil ve devamları pek güzel tedbir ile yoluna konulmuş, hem Rusça okuluyor (Rusça da okunuyor). Sebep olan erbab-ı hamiyetten Allah razı olsun. Mevcut 9-10 medresenin ancak 2-3’ü açıktır. Himmetli Şekililerden ümit edilir ki sahipsiz, muavenetsiz (yardımsız) kalmış medreselerin ıslâhına, tecdidine (yenilenmesine) çalışırlar. Vücutları (var olmaları) bir şehir için elzem (çok gerekli) olan zıraat, zanaat, inas13 (kız) mektepleriyle cemiyet-i hayriye tesisi de çok geriye bırakılmaz. Şirvan:14 Bu ulema ve şuara (âlimler ve şairler) ocağında, imdi agraz-ı şeytaniye (şeytanî niyetler), taassub-ı cahilâne (cahilce tutuculuk) dumanları tütüyor. Kafkaz’ın hiçbir yerinde görmediğim fena bir âdete, hamiyetsizliğe burada rast geldim: Cemaat, iki-üç partiya olmuş! Birinin bina ettiği yahut edeceği bina-yı marifeti, öbürü kökünden yıkmak istiyor. Hatta biri mescide giderse, diğeri kaçıyor! Hulâsa, bir hâl var ki ne Müslümanlığa yaraşır ne de insaniyete. Medeniyet eseri olarak 1 usul-i cedit mektepleri var. Usul-i tedris, tahsil pek güzel; lâkin, kadrini bilmeyip cemaatin elinde çocuk oyuncağı hükmünde kalmış. Bu şehrin yalnız mektebi değil, işleri, umumiyetle perişan ve şayan-ı teessüftür.
Seyyah.

*Prof. Dr. Yavuz AKPINAR İzmir-Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi [1]10 Agust 1886/26 Zilkade 1303, Sayı: 37. [2]Bu tarih Julian takvimine göredir. [3]Metinde مطبعت .
[4]Metinde yanlış olarak “Rumca”. [5]26 Oktyabr 1886 / 11 Sefer 1304, Sayı: 44, s. 2. [6]Cümlede bozukluk var, köşeli parantez içindeki kısım tarafımızdan eklendi. [7]23 Dekabr 1901/25 Ramazan 1319, Sayı: 47, s. 187-188. Bu yıla ait Tercüman sayılarına ilk sayıdan sonuncuya kadar zincirleme sayfa numarası verilmiştir. [8]Metinde ديغوز . (Editörün Notu: Burada Digoz olarak geçen yer Duğur’dur. Posof ilçe merkezinin adı Duğur, Rus haritalarında Digur olarak geçer. Cenap Şakir Bey dediği şahıs da, o zamanki Posof Beyi Şakir Beydir. Onun oğlu olan son Posof Beyi Ahmet, Millî Mücadelede Gürcü taraftarlığı gösterdiğinden Teşkilât-ı Mahsusa mensupları tarafından öldürülmüştür. Y. Zeyrek, Posof’un Çizgileri, s. 24, 115-118). [9]Metinde قدازکارلغه .
[10]Metinde “teşekküre”. [11] Metinde “açıldıkları”. [12] Metinde آناث .
[13]Şirvan, bölgenin genel adıdır. Gaspıralı bu bölgenin merkezi olan Şamahı’dan söz ediyor.

Prof.Dr. Yavuz AKPINAR