.

.

,

,

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.































2 Mart 2009 Pazartesi

prof dr naci bostancı


PROF. DR. NACİ BOSTANCI

GAZİ ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ DEKANI.

KİTAPLARI 1. Bostancı, M. N. "Kültür ve Değişme", Damla Yayınevi, İstanbul 19872. Bostancı, M. N. "Kadrocular", Kültür Bakanlığı, Ankara 19903. Bostancı, M. N. "Toplum, Kültür ve Siyaset", Vadi Yayınları, Ankara 19954. Bostancı, M. N. "Cumhuriyet'in Başlangıç Yıllarında Ekonomi ve Siyaset", Ötüken, İstanbul, 19965. Bostancı, M. N. "Işığın Gölgesi", (Roman) Ötüken, İstanbul 19966. Bostancı, M. N. "Siyaset, Medya ve Ötesi", Vadi Yayınları, Ankara 19987. Bostancı, M. N. "Bir Kolektif Bilinç Olarak Milliyetçilik", Doğan Kitap, İstanbul 19998. Bostancı, M. N. "Cumhuriyetimiz", Vadi Yayınları, Ankara 20029. Bostancı, M. N. "Siyasetin Arka Yüzü", Alternatif, Ankara 200210. Bostancı, M. N. "Hayatın Kıyısına Düşen", (Roman) Alternatif, Ankara 200211. Bostancı, M. N. "Dipnot", Alternatif, Ankara 200412. Bostancı, M. N. "Televizyon Dilindeki İslam", Odak yayınları, Ankara 200513. Bostancı, M. N. "Siyaset Günlüğü", Ufuk kitapları, İstanbul 2007 14.Bostancı, M. N. Portreler, Ufuk kitapları, İstanbul 2008

Diğer Yayınları
Zaman, Milliyet, Radikal gazetelerinin yanı sıra Türkiye Günlüğü, Karizma, Virgül, Son Duvar, Türk Yurdu, İslami Araştırmalar, Türkiye Diyanet Vakfı dergilerinde makaleler yayınladı.

Uluslararası kongrelerde sunulan bildirileri
1. 3rd Ministerial Colloquy Stage Project'te TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı adına "Ülkelerin İlişkilerinde Tarih ve Kültür" başlıklı tebliğin sunumu, 17-21 Eylül 2003 Antalya,2. Amerika Dallas, Southern Üniversitesi ile Ortak "Türk Ermeni Meselesi: Bir Sonraki Adım Ne Olmalı?" Nisan 20073. Amerika Utah, "Küreselleşmeden Yerele Kentlerin Dönüşümü: Bir Örnek Konya"Gürcistan Tiflis, "Medeniyetler Arası Diyalog" 24-25 Mayıs 20074. Ukrayna Kiev, Kültürlerarası Diyalogdan Birlikte Yaşamaya Medya ve Eğitimin Rolü 27-28 nisan 20075. Kırgızistan Bişkek, Medeniyetler Diyalogu ve Birlikte Yaşama" 22-23 Haziran 2006,Tacikistan Düşanbe, "Uluslar arası Mevlana Konferans"ı 7-9 Eylül2007
Ulusal kongrelerde sunulan bildirileri
1. "Kırlık Alanlarda Aile Yapısı", Aile Yıllığı, 1991, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu (Tebliği, Makale olarak basıldı).2. "Radyo Televizyon Yasası, Yasalar, Teknoloji, Güç İlişkileri", Türkiye Günlüğü, S.28 (Mayıs-Haziran 1994) s.116-119 (Konuyla ilgili bir panelde tebliğ olarak sunuldu, sonra makale olarak yayınlandı3. "Toplumumuzda İnanç-Bilim Anlayışı/Tartışma" İslami Araştırmalar, S.1-2 1998, s.76-78 (Panelde Tebliğ olarak sunuldu, sonra makale olarak yayınlandı)4. "Aile Değerleri ve TV'nin Etkisi", III Aile Şurası Tebliğleri, 1998 s.623-633 (Şura'da tebliğ olarak sunuldu, ilgili basımda makale olarak yer aldı)5. "Televizyon Dilindeki İslam", (Tebliğ) Kutlu Doğum Haftası Sempozyumu, 22-24 Mayıs 2002 (İlgili Sempozyumun kitap baskısında makale olarak yer alacak)6. Kitle İletişim Araçlarının Kültür Üzerine Etkisi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nun Düzenlediği V. Türk Kültürü Kongresi, 17-21 Aralık 2002, Ankara,7. "KİA ve Gündelik Hayat", 3 Şubat 2003, Atatürk, Dil, Tarih, Yüksek Kurulu Adına Mersin'de konferans.8. "Tebliğ ve Medya", Kutlu Doğum Haftası'nda sunulan tebliğ, 15-16 Mayıs 20039. Samiha Ayverdi'nin Yaşadığı Dönemde Gelenek ve Milliyetçilik Anlayışı" 3. Bin Yıla Girerken Türk ve Müslüman Dünyasında Sosyo-Kültürel Yapının Yeniden Teşekkülü, Sempozyum, 6-7 Haziran 2003 (Sunulan Tebliğ)10. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nün düzenlediği "Edebiyat İlmi ve Problemleri" sempozyumuna "Kitle İletişim Araçları ve Edebiyat" başlıklı tebliğin sunumu, 23-25. 09. 200311. Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi'nin düzenlediği "Küreselleşme ve Din" isimli sempozyuma "Küreselleşme Sürecinde Kitle İletişimi ve Din" başlıklı tebliğin sunumu, 26-28 Eylül 200312. Radyo Televizyon Üst Kurulu'nun düzenlediği "Türkiye'de Radyo ve Televizyon Yayıncılığı" başlıklı panele "Radyo Televizyon Yayıncılığının Kitleler Üzerindeki Etkileri" başlıklı bildiri ile katıldı 23 Ekim 200313. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın düzenlediği "80. Yılda Kültürel Değişme" paneline "KİA ve Kültür İlişkisi" başlıklı bildiri ile katıldı. 27 Ekim 200314. RTÜK'ün düzenlediği ......13-14 Kasım İletişim Teknolojileri Çalıştayı. Radyo Televizyon Yayıncılığında İzlenme Ölçümleri: RATING15. "Yaşlılar Kurultayı Paneli", Yaşlılık ve Medya, 5. 03. 2004, Gazi Üniversitesi Mimar Kemalettin Salonu,16. "İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Paneli", Mehmet Akif'in Fikri Arka Planı, TBMM Şeref Salonu, 12. 03. 200417. "Siyaset ve İletişim", İngiliz Kültür Derneği, 17 Mart 2004 Konuşma18. 13. 04. 2004 günü Ankara/Sincan Belediye Salonunda Kitle İletişiminin Hayatımıza Etkisi isimli bir konferans verdi. DİB Ankara biriminin organizesi19. 09. 05. 2004 "İslamcılık ve Modernleşme" Abdurrahman Gazi Vakfı'nın Davetlisi olarak Erzurum Lisesi Konferans salonunda verilen konferans20. 01.10.2004, Günümüz Siyaseti, Eğitim Bir Sen. Konferans21. 06.10.2004 Siyasetin Değişen ve Değişmeyen Yönleri, Server vakfı, Konferans22. 07. 11. 2004 II. Uluslar arası Dini yayınlar kongresine müzakereci olarak katıldı.23. ATO ve Türk Ocağı'nın müştereken düzenlediği 24. 12. 2004-25. 12. 2004 tarihli mili kimlik sempozyumuna "Kimlik Kavramı etrafındaki Tartışmalar" başlıklı tebliği sundum.24. 2 Nisan 2007 tarihinde, "Siyaset ve Etik" başlıklı sempozyumda "Siyaset ve Ahlak" tebliği.
Prof. Dr. Mehmet Naci Bostancı (Amasya, 1957). Türk siyasetbilimci, sosyolog, iletişimbilimci ve halkla ilişkiler uzmanı.
Naci Bostancı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden 1980'de mezun olmuştur. Yüksek lisansını ve doktarasını İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü'nde sosyal değişme kuramları üstüne verdiği tezler ile tamamlamıştır. Türkiye Günlüğü, Birikim gibi dergilerde makaleleri yayınlanan Naci Bostancı halen Zaman gazetesinde haftalık makaleler yazmaktadır. Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Rıza Ayhan'ın baş danışmanı ve basın sözcüsü olarak görev yapmaktadır. Bostancı ayrıca ANAP eski Genel başkanlarından Mesut Yılmaz'ın danışmanlığını da yapmıştır. 1998-2004 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Halka İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkanlığı yapmış olan Prof. Dr. Bostancı Ağustos 2008 itibariyle Gazi Üniversitesi Rektör Danışmanlığına 11 Mart 2009'da Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığına getirilmiştir.
Bostancı'nın çalışma alanları arasında Türkiye'de sosyal değişme, kimliksel dönüşüm, siyaset tarihi, siyaset bilmi, ikna kuramları, kitle iletişim teorileri, propanganda, milliyetçi ve muhafazakar ideolojiler ile kültürel dönüşüm konuları bulunmaktadır. Bostancı ayrıca Işığın Gölgesi adlı siyasi bir roman da kaleme alarak 1980 öncesindeki siyasi ortama kendi dünyasından kesitler sunarak yaklaşmıştır.


BİR YAZISI

EMEKLİ PTT şefi babam


Babam Hakk'ın rahmetine kavuştu. Her nefs ölümü tadacaktır, hükmü, bir bildirim, bir hatırlatmanın ötesinde bunlara rağmen hissedilen bir yanılsamayı da tashih için olmalı.
O yanılsama ölümün hep başkalarına ait olduğu alt duygusu. Sonra bir gün ölüm gerçekleştiğinde bildik cümleleri kişi kendisi için kurduğunu görür. "Başın sağ olsun. Dostlar sağ olsun." Uzaktan klişe gibi kabul edilen sözlerin, tutumların ne kadar kurtarıcı olduğunu da insan bu tür vesilelerle bir kez daha kavrar. Zaten sıra dışı hallerin klişelere dönüştürülmüş repertuarları olmasa donup kalır, ne yapacağımızı bilemezdik. O ara kesitte hayatı, sözleri, tutumları otomatiğe bağlamak ne kadar gerekli.
Babam, benim doğum günümde öldü. 2 Ağustos. Çocuklarının doğum gününde ölen kaç baba vardır? Hayatın nasıl ebedi bir döngü olduğunu hatırlatan bir başka işaret. Babalar giderler, sonra çocukları onları takip eder. Onları da çocukları. Takvimler işler, saatler çalışır, döngü sürer. Güneş her sabah ölümlere ve doğumlara aldırmadan milyon yıldır doğup battığı gibi yolculuğunu sürdürür. Sular ağır ve uzun yolculuklarla dünyanın tüm kıyılarına dokunurlar. Yağmurlar kıtaları, insanları, kültürleri dolaşır. Tabiatın bu kendini tekrarında hayata fısıldadığı söz, derin bir tevazua ait olmalı. Ölümün de doğumun da bu sonsuz kâinatta aynı kapıya çıktığına dair bir hatırlatma.
Hayata Çorum'un İskilip ilçesinde başlamış, sonra postanede memur olup Amasya'da devam etmiş, Suluova'da soluklanmış, tekrar İskilip'e dönmüş, Çorum derken Ankara'da yaşlılığını tamamlamış babam, postacı Osman, şimdi İskilip'in mezarlığında, annesinin yanı başında yatıyor. Annesiyle övünür, "Bizi annem adam etti," derdi, şimdi yine onun yanında. Hayatı, yokluk görmüş, çile çekmiş, uzun yıllar "iki yakası bir araya gelmemiş", her ay başını borçlarla bulmuş, nihayet çocuklarının eli erip iş tuttuğunda biraz rahatlamış bir küçük memurun hikâyesi. Amasya'da postacılığa başladığında kırmızı bir bisikleti vardı, mektupları, telgrafları onunla dağıtır, sonra selesinde birkaç parça yiyecekle eve dönerdi. Bazen Özal öncesi dönemin en pahalı meyvesi olan muz, bazen Amasya'nın misket elması. Biz dört kardeş bisikleti o kırmızı bisiklette öğrendik. Sonra üç kardeşe düştük. Babam elli yaşında evlat acısını yaşadı, 12 Eylül öncesi dönemin ikliminde 24 yaşında vurulan çocuğunun cenazesini kaldırdı. Peşinden 12 Eylül sonrasının tutuklama furyasında bir yıl hapiste yatan çocuğunun ardından Mamak Cezaevi'ni yol etti. Güneşin alnında kızarmış yüzüyle tel örgülerin arkasındaki silueti hâlâ gözümün önündedir. Babam eski bir CHP'liydi, seksen öncesinde "Kafamı kesseniz kanım CHP diye akar," derdi, seksen sonrasında ilk oyunu Özal'a verdi. Doksanlı yıllarda bir ara Erbakancı oldu, sonra Türkeşçi. İki binli yıllarda ise hep AKP'yi destekledi. Bana her karşılaşmamızda, "Oğlum, bizim burada dağ taş, beşikteki bebeler bile Tayyip diyor,
millet adamdan anlar, gerisini de sen anla," derdi. Açık ve anlaşılır bir siyasi muhakemesi vardı. Siyasetten beklediği, hayat şartlarını iyileştirmesiydi. "Bunlar vatandaşa hizmet ediyor, vatandaş da desteğini veriyor," derdi. Kendi ifadesiyle, en güzel günleri iki binli yılların günleriydi.
80 YILIN ARDINDAN GELEN NASİHAT
Babam ilkokul mezunuydu. Yazısı güzel, matematiği güçlüydü. Ortaokula başlamış fakat daha ilk gün öğretmeninden yediği bir tokat sebebiyle okulu bırakmıştı. Ona "devam" diyen birisi olmayınca da eğitim hayatını elindeki karne ile tamamlamıştı. Kırk yıl içinde nüfusu ancak bir misli artmış olan bir kasabada sosyal kaderin de çok fazla değişmesi beklenmez. Babam için de seçenekler daha baştan belliydi: Babasının sınırlı toprağında güçlükle geçinen çiftçi olmak ya da İskilip'te yaygın olan ayakkabı imalatı zanaatını öğrenmek. Yanına çırak olarak girdiği ayakkabıcıda uzun süre çalışmasa da hayat boyu ayakkabının kalitesinden anlayacağı bir bilgiyi edinmişti. Dönemin şartları içinde bir nevi şimdinin Amerika'ya gitmesi gibi sayılabilecek bir kararla 1952 yılında Samsun'da açılan PTT sınavına girmiş ve devlet memuru olarak yeni bir hayata başlamıştı. Önemli bir azim ve sınıfını değiştirmek için güçlü bir teşebbüs. Esasen bu tutumun çok yaygın bir karakteristik olduğunu, Türkiye'nin yaşadığı hızlı dönüşümün ardındaki en önemli sebeplerden birisi olarak sayılması gerektiğini söyleyebilirim. Aynı hayat anlayışıyla kuruş kuruş biriktirerek beş yüz metrekare bir arsa almış ve neredeyse elleriyle oraya kerpiçten bir ev dikmişti. Yetmişli yıllarda bir küçük memurun maddi şartları içinden başını sokacak bir ev çıkartabilmesi kolay değildi, benzerleri gibi o da kolay olmayanı başardı. Bunun bedelini de ödedi. Postacı Osman'ın çocukları onun elbiselerini küçülte küçülte giydiler, yıpranan yerler yamandı, kurban bayramlarında kurban kesememenin o tuhaf hüznünü yaşadılar. Evin içine girdiğinde iki odası tamamdı, üçüncü odasını yaptırmak için dikiş makinesi, halı, koltuk takımı gibi eşyalarını satmak zorunda kaldı. Eşyaların ardından bir ağıt tutturan anneme, "Üzülme, kısa bir süre sonra sana daha iyisini alacağım," demişti. Daha iyisini de çok geçmeden aldı. Postanede çalışırken kahveden ısmarladıkları çayların iki şekerinden birisini zarfa koyup, biriktirip eve getirmesinin de bu borç ödemelerinde bir yeri olsa gerektir. Bu tür küçük ayrıntılar bizim kuşağımız tarafından iyi bilinir, şimdiki kuşakların "Bu cumhuriyeti nasıl kurduğumuzu ve nasıl yaşattığımızı" anlamaları bakımından da önemlidir


Devletin silgisinden kâğıdına, sandalyesinden kapısının örtülme biçimine kadar her türlü varlığını titizlikle korudu, başkalarını uyardı, hatta bu sebeplerle kavgalar etti. Memuriyet hayatının son döneminde PTT şefi oldu. İşten kaytarma sayılabilecek hiçbir girişime izin vermedi, görevlerini büyük bir ciddiyetle yaptı, amirlerinin taltif ve teşekkür yazılarını çerçeveletip evinin başköşesine astı. Tek geçim kaynağı olan maaşını kuruşu kuruşuna bilirdi. Artışları takip ederdi. Emekli olduktan sonra da kendisini PTT'nin bir parçası olarak görmeye devam etti, yabancılara kendisini "Emekli PTT şefi" olarak takdim etti. Son dönemlerinde sık sık hastaneye yatmak zorunda kaldı. Yaşlılığa ilişkin yetmezliklerin dışında özel bir rahatsızlığı yoktu. Fakat artık vaktin ve saatin geldiğini biliyordu. Doktorlar kendisine daha kapsamlı tahliller yapmayı teklif ettiklerinde kabul etmedi. Yaşlılığını ve bünyesinin zorlanacağını mazeret olarak gösterdi. Ama onlar gittiğinde satır arasında, kendi kendine söyleniyormuş gibi fısıldadığı "Seksen bir yaşına girmiş bir insana niçin devlet bu kadar masraf etsin," sözleri, geçmişte devletin kâğıdına, kalemine, masasına sahip çıkma ahlakının karakteristik bir uzantısından başka hangi anlamı taşır acaba?
Seksen yaşındayken, bu seksen yılı düşünerek bana ne tavsiye edeceğini sorduğumda şunu söyledi: "Kim olursa olsun, sana ne yaparlarsa yapsınlar, sen iyilik et, insanlık et. Bugün olmazsa yarın sana döner. Çocuğuna döner. Bırak sana çocuğuna dönmesin, başkasına döner. Bir yerlerde muhakkak karşılığını bulur." Başkalarının tecrübesi bizleri yaşımızın yanılsamasından kurtaran bir nitelik olduğunda değerli değil midir? Belki bunu takdir etmek de ayrı bir öğrenilmişlik işidir.
Emekli PTT şefi Osman Bostancı'nın hayat hikâyesi, bu ülkenin omurgasını oluşturan nice insanın hikâyesi. Onlar bu ülkenin kılcal damarları gibi vazife görmeye devam ediyorlar. Ülkelerin görünen ve muhakkak görünmeyen kahramanları vardır. Meçhul asker anıtlarının sembolize ettiği anlamı karşılayacak şekilde, hayali de olsa, hepimizin zihninde meçhul vatandaş anıtları bulunmaz mı? İyi vatandaşlar, dürüst insanlar. Onlardan birisi olarak İskilip mezarlığının sessiz bir köşesinde yatan babam, şimdi artık sadece dualara muhtaç.


25.08.2010
NACİ BOSTANCI
www.nacibostanci.net

babası

allah ( cc ) rahmet eylesin
.
.
.
.
Tengri dağlarında gördüğüm

Eylülün sonlarına doğru Kazakistan Yazarlar Birliği'nin 75. yıldönümü kutlamaları için bir heyet olarak Almatı'ya gittik. Uçak İstanbul'dan havalanıp yönünü doğuya çevirdiğinde akşam oluyordu. Işığın yükseldiği doğu şimdi karanlığın koynuna çekiliyordu.


Yolculuklar hayalleri, kurmacaları çağırır. Ben de asırlar öncesinden atlarla geçilen yolların şimdi uçakla birkaç saatte alınması üzerine düşündüm. O klasik fizik kuralı geçerliyse ve var olan hiçbir şey yok olmuyorsa, nal sesleri de bu sonsuz gökyüzünde dağılmış olmalıydı. Sadece nal sesleri mi? Tolgaların, kılıçların, zırhların şakırtısı, tek heceli o keskin komutlar, tuğların rüzgâra karışan hışırtısı... Atsız'ın Bozkurtlar romanının girişi de öyle değil midir? Günümüzden başlar, anlatıcının etrafında toplanmış öğrenciler o konuşurken yavaş yavaş değişirler ve birden Sarı Irmak'ın kıyısında sele kapılmış bir ordunun neferlerine dönüşürler. Aradan zaman perdesi çekilince her şey aynı düzlemde yan yana gelir. Orada o romanda ya da burada uçağın içinde, Kazak yolcularla birlikte sessiz bakışlarda paylaşıldığını varsaydığımız bir kardeşlikte...
Daha önce de Orta Asya'ya çeşitli ziyaretlerim olmuştu. Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Azerbaycan... Her yeni sefer bu coğrafyanın gerçekliğine ilişkin müktesebata bir katman daha ekliyor. Bir yanı her türlü duyarlılığı kapı dışarı eden hayatın o katı yüzüne dair bir gerçeklik, diğer yanı geçmişin rüyalarından imbiklenmiş yeni düşler, hayaller... A. Vambery yüz altmış yıl önce bir sahte derviş olarak Orta Asya'da dolaşırken buraları kabilelerden müteşekkil, her biri diğeriyle çatışan, yağma ve talanın kol gezdiği bir coğrafya olarak anlatır. Kişisel tanıklıkların kaçınılmaz sübjektif paylarını düşsek bile anlatılardan Türkçülerin Turan hayallerini yeryüzüne indirecek ipuçları bulmak kolay değil. Enver Paşa'nın trajedisi de tam olarak bu değil miydi? Kafasındaki Türk dünyası ile gerçeği arasındaki uçurum kaderinin Çegan tepesinde noktalanmasını doğurdu. A.H. Müftüoğlu Çağlayanlar'daki "Turan nasıl çıldırdı" hikâyesinde tam da böyle bir arada kalmışlığın durumunu anlatır. Sovyetlerin dağılıp Orta Asya'nın özgürlüğüne kavuştuğu dönemde ise Turanlardan çıldıran olmadı; kimileri Türkiye'de gördükleri rüyayı çabucak unuttular ve "gerçekliğe" hızla adapte oldular. Büyük laflarla geldiler, arkalarında kötü bir miras bırakarak buharlaşıp kayboldular. Büyük laflar etmeyenler, meseleyi rüyalar üzerinden görmeyenler, oradaki insan gerçekliğine odaklananlar, kucaklamayı belli bir kimlikten insanlığa kaydıranlar ise başarılı oldular. Çünkü kimlik temelli her hamle çatışmayı, gerginliği, güvensizliği getirirken evrensel normlar esasında tüm insanlara barış ve esenlik içinde bir coğrafya çağrısı refahı, saygıyı ve karşılıklı güveni artırıyor. Orta Asya'da insanların ihtiyacı barış ve istikrar. Bunun sağlandığı bir zemin, bugün çatışma potansiyeli içindeki kimliklere yarın barış içinde yan yana yaşama şansını verebilir.
Vambery'den beri gelen yüz elli yılın içinde yetmiş yıllık bir Sovyet tecrübesi var. Benim anladığım Sovyet yöneticiler iki önemli iş yapmışlar: Birincisi, farklı milletten insanları bir arada tutmak için onları mümkün olduğunda küçük birliklere çevirmeye çalışmışlar, kabile ritüellerini güçlendirerek aralarındaki ortaklık bağlarını unutmaya bırakmışlar. İkincisi ise, insanları modernlikle, şehirle tanıştırmışlar. Muhalifleri tarafından yerden yere vurulsa da her yönetimin hedef kitlesi nezdinde kendisini meşrulaştıracak, onların gözünde haklılaştıracak makul ve uygun işler yapması eşyanın tabiatı icabı. Sovyet şehirciliği tüm görünümüyle ortada, sağladığı sosyal imkânlar ise hâlâ insanların hafızalarında. Şüphesiz bu "Sovyet" imgesi sevimli değil. Gri renkli kişiliksiz binalar, estetik değerden yoksun planlamalar, kaba ve hantal bir yapılanma. Yine de bütün bunlarda, insanlar için bir eşitlik arayışı, insanca hayat şartlarını tesise yönelik "insani" bir duyarlılık mevcut. Belki bu insani duyarlılığı yapılardan, meydanlardan, binalardan çok eski komünistlerin şimdiki zamana hüzünle bakan gözlerinden okumak mümkün.
Bizim akraba topluluklarının üzerinde de Sovyetlere ait bir aurayı hissetmemek elde değil. Yetmiş yıllık katı bürokrasi belki en çok insanların hal ve hareketlerine, jestlerine, duruşlarına sinmiş.
Kazakistan'da bulunduğumuz dört günün içinde Yazarlar Birliği'nin yetmiş beşinci kutlama törenlerine katıldık. Kazak işadamlarıyla bir araya geldik. Sanata ve sanatçıya önem verme Sovyetlerden kalma bir gelenek olarak sürdürülüyor. Yazarlar Birliği'nin yedi yüz üyesi var ve büyük saygı görüyorlar. Onlar kültürün, sanatın, fikrin mihmandarları, halkın terbiye edicileri olarak kabul ediliyorlar. Adları ziyalılar. Bildik bir kelime, münevver ve aydınla aynı anlama vurgu yapıyor. Konuşmalarda sık sık Kazak–Türk dostluğu ve kardeşliği dile getirildi. Başkan Nurlan Beyefendi'nin Türk heyetindeki Harun Tokak için söylediği, "Birbirimizle kucaklaşıyoruz, o Türkçe konuşuyor ben ise Kazakça, belki birbirimizi tam anlayamıyoruz ama bu, bir kardeş sıcaklığı içinde birbirimizi kucaklamamıza engel olmuyor, gönül diliyle anlaşıyoruz." demesi, bu durumu özetliyor.


Kazak işadamları, küreselleşmeyi, onun iktisadi olarak nasıl bir dünyayı çağırdığını, Kazakistan'ın küreselleşmedeki rolünü merak ediyorlar. Burada da hayatın temel gerçekliklerinden birisi küreselleşmenin tehditleri, imkânları, potansiyelleri. Biraz endişe biraz umut yan yana. Kazakistan zengin bir ülke. Küreselleşen dünyada küresel pazarların gerçekliğine nüfuz etmiş müteşebbisler önemli. Onlar da nihayetinde gökten inmiyorlar, hayatın duvarlarına, engellerine, zorluklarına kafalarını vura vura yetişiyorlar. Genç işadamlarıyla küresel pazarları konuşurken onların cüretkâr müteşebbisler olmaya aday olduklarını fark ettim. Bu durum Kazakistan'ın geleceğini parlak kılıyor. Türklere ait üniversiteye gittiğimizde ise orada filolojiden, iktisattan elli kadar öğrenciyle konuştuk. Onların da en çok merak ettikleri konuların başında küreselleşme ve onun Kazak kimliği, kültürü üzerindeki etkileri geliyor. Bir yanları küreselleşmenin çekiciliğinde, diğer yanları kimliğin ruhani çağrısında. Bu gerilim üretici hamleler için gerekli şartı hazırlıyor, yeterliliği ise oradaki insanlar dünyayı kucaklayan okumalarla yapacaklar.
Orta Asya'daki ülkeler, Sovyetlerin dağılmasından sonra milli devlet ve kültür mecrasında kendilerini yeniden kurmaya çalışıyorlar. Burada kimliğe abartılı vurgu Vambery dönemi coğrafyasının yeniden üretilme tehlikesini getirir, kimlikleri unutmak ise insanların o hayati "kim ve ne oldukları" sorusunu cevapsız bırakarak onları her tür rüzgâra açık halde bırakır. Kimlikler konusunda fanatizme düşmeden, rüya görmeden, bu coğrafyayı herkes için bir barış ve esenlik dünyasına çevirmek en uygun gelecek projeksiyonu olarak Orta Asya halklarının önündedir.
Yetmişli yıllarda bir isim olarak bildiğim Tengri dağlarını Almatı'da bir gerçeklik olarak buldum. Asfalt yoldan bir Alman arabasıyla eteklerine kadar çıkmak şaşırtıcıydı. Burada kış olimpiyatları için hummalı bir faaliyet vardı. Tengri dağlarının hemen dibindeki inşaatta çalışan ve görüntüleri itibariyle bir dünya mozaiğine benzeyen insanlar bu kutsal dağların sadece rüyasını gören çocuklarına değil herkese bağrında yer verdiğinin işaretiydi. Oradaki resim adeta Asya'nın geleceğine ilişkin en sağlam projeksiyondu. Yeşille beyazın birbirine karıştığı bu haşmetli dağa bir de bu gözle bakmak benim için öğreticiydi, belki başkaları için de ilham verici olabilir.naci bostancı 06.10.2010 zaman