.

.

,

,

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.































2 Mart 2009 Pazartesi

TÜRK YURDU


CAN YOLDAŞLARI VE HAFIZA TAZELEME İHTİYACI

Nuri GÜRGÜR

Türkiye’de 60 yıldır karanlıkta kalan ve kayıtlara “ faili meçhul cinayet” olarak geçen öldürülme olaylarında hayatlarını kaybedenlerden bazılarının yakınları “can yoldaşları” adıyla bir platform oluşturdular. Bu olaylara ilişkin açıklamalar yapıyorlar, görüşlerini ve kanaatlerini belirtiyorlar. Basının hemen hemen tamamında sözlerine geniş yer veriliyor. Ekranlara çıkarılıyorlar, özenle hazırlanan programlarda yer alıyorlar. Bu arada siyasi parti merkezlerine, TBMM’ne, üst düzey ziyaretler yaptılar. Gerek “can yoldaşları” grubu, gerekse medyada onlara yoğun şekilde destek veren çevreler bu cinayetlerin devletin içinde yer alan bir merkez tarafından organize edildiğini, tetikçilerin devlet tarafından korunduğunu, bu nedenle olayların şimdiye kadar aydınlanmadığını öne sürüyorlar. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli grubun görüşme talebini kabul etmedi. Gerekçesinde son derece önemli iki hususa dikkat çekti. Grup tek yanlı oluşturulmuş, milliyetçi kesimden katledilen aydınlar, siyasetçiler ve gazeteciler yok sayılmış; bunun yanı sıra cinayetlerin sorumlusu olarak genellikle ülkücüler, milliyetçiler işaret edilmiştir. Sayın Bahçeli’nin belirttiği bu tablo aslında yeni değildir. Ülkemizde terörle birlikte belirli bir kesimde yaşanan ideolojik bağnazlık ve düşünce çarpıklığından kaynaklanan yanlış bir hüküm her dönemde geçerli olmuştur. Bunların nazarında Türk Milliyetçiliği bütün kötülüklerin, düşmanlıkların, kamplaşmaların kaynağıdır; çatışma sebebidir. Dolayısıyla milliyetçiler düşünceleri nedeniyle olayların asli sorumlusudurlar. Bu çarpık bakışın tipik bir örneği 1978 yılında hükümet değişikliği sırasında yaşanmıştı. Siyasî tarihimizde benzeri görülmeyen yüz kızartıcı bir düzenlemeyle, Güneş Motel’de gece yarıları yapılan pazarlıklar sonucu, on bir milletvekiline bakanlık rüşveti verilerek; Ecevit’in başbakanlığında CHP Hükümeti kurulmuştu. İçişleri Bakanı Em. Hv. Org. İrfan Özaydınlı’ydı. Yeni Bakan görevine başlarken Emniyet Genel Müdürü Vecdi Gönül’den sağ ve sol örgütler hakkındaki dosyaları ister. Genel Müdürün sol örgütlere ilişkin klasörler dolusu belge getirmesine karşılık, milliyetçilerle ilgili olanları sayısının az olması Özaydınlı’yı sinirlendirir; nedenini sorar. Genel Müdür bu durumun ellerindeki bulgulardan kaynaklandığını, bunun objektif bir sonuç olduğunu, solun çok daha geniş bir faaliyet ve örgütlenme içerisinde bulunması nedeniyle bu tablonun oluştuğunu anlatır. Bakan söylenenlere inanmadığını kesin bir dille ifade ederek kanaatini açıklar: “solcu eylemler sağcıların, milliyetçilerin kışkırtmalarına tepki olarak çıkmaktadır. Milliyetçilerin eylemleri bertaraf edilirse solunkiler kendiliğinden ortadan kalkar; ayrı ve özel bir girişim yapılmasına bile ihtiyaç kalmaz”. Sol çevrelerin Marksist diyalektiği, sosyal olaylara uygulamaya çalışmaları sonucunda oluşan bu tarz hükümlere dün olduğu gibi bugün de pek sık rastlıyoruz. Bunların nazarında milliyetçilik karşıtı fikir ve ideoloji sahipleri her zaman mağdur, mazlum; milliyetçiler ise her olayın sorumlusu, her suçun failidir. Bu bakış tarzı nedeniyle meşru ve makbul saymadıkları görüşün taraftarlarına karşı adil davranmak, objektif olmaya çalışmak gibi insani ve ahlaki yükümlülüklerinin bulunduğunu akıllarına getirmezler. Özellikle basın ahlakı açısından bu ilkelere uymak zorunda olduklarını düşünmek bile istemezler. Ayrıca bu kesimdekilerinin pek çoğunun zihinlerinde eskiye dayalı bir öfke ve bitmeyen bir hesaplaşma arzusu yer alır. 70’li yıllarda, gençlik dönemlerinde çeşitli sol fraksiyonlar, illegal örgütler, silahlı çeteler içerisinde “devrimcilik” adına kutsadıkları kanlı eylemlerle ulaşamadıkları sonuca, günümüzde sahip oldukları imkânları, ekranları ve gazete sütunlarını kullanarak ulaşmak istiyorlar. Başka bir ifadeyle hasım saydıkları düşünceleri silah kullanarak ezmeye çalışmak yerine, gazete ve televizyonları kullanarak bastırmak, toplum içerisinde marjinalleştirip sindirmek istiyorlar. Türkiye’de basın hiçbir dönemde olmadığı kadar ideolojik bir “dezenformasyon” aracı olarak kullanılmaktadır. Tek yanlı ve taraflı bir habercilik ve yorumculuk şeklinde yürütülen bu psikolojik harekâtın başlıca hedeflerinden birisi de, genç nesillerin yakın tarihimizi ancak kendi belirledikleri çerçevede öğrenmelerini sağlayacak bir ortam hazırlamak, kamuoyu oluşturmak, kitle tabanı kazanmaktır. Bu faaliyetlerin yanı sıra başka bir problemi daha vurgulamakta yarar var. Milletimizin kollektif planda acı hatıraları zihninden tasfiye ederek rahatlamak gibi bir özelliği var. Kitle hâlinde geçmişte yaşanan acıları yüreğimizde barındırmak yerine olanları unutarak huzur aramaya çalışmak işimize daha çok geliyor. 18. Yüzyıl’ın sonlarında Kırım’ın Ruslar tarafından işgalinden başlayarak, 93 harbinde ve Balkan faciasında doruğa ulaşan kitlesel felaketler yaşadık. Çevre coğrafyalarda beş milyona yakın soydaşımız katliamlar sonucu hayatını kaybetti. Bunun yanı sıra bir o kadar insan, canlarını kurtarmak için her şeylerini bırakıp dalgalar hâlinde Anadolu’ya akıp geldi. Bir buçuk asır süren bu travmatik sürecin izlerinin en fazla bir iki nesil kapsamında önemli ölçüde silinip gitmesi psikolojik bir “savunma mekanizması” şeklinde değerlendirilebilir. Milliyetçi camiada yakın geçmişe ilişkin konularda belirgin şekilde gözlemlenen ilgisizliğe ve tepkisizliğe bakarak benzer psikolojinin bu muhitlerde de egemen olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle daha sınırlı bir zamana münhasır olmakla beraber, Türk Milliyetçileri’nin çoğunda, bilinçli olmasa bile, “hafıza tasfiyesi” diye tanımlanacak bir tavır göze çarpıyor. 1970-80 arasındaki kanlı terör döneminde on yıl süresince milliyetçi-ülkücü kesim çok çetin günler yaşadı. Bu fikre mensubiyet peşinen kurşunlara hedef olma anlamına geliyordu. Özellikle gençler ve MHP yöneticileri için bu yıllar bir kâbus gibi geçti. En yakın arkadaşlarının, dostlarının, tabutlarını omuzladılar; elleriyle kabirlerine yerleştirdiler. Üniversite kapılarından silah tehdidiyle kovuldular. Çoğunun cebinde bir öğünlük yemek parası bile yoktu; bulduklarını paylaşarak, birbirlerine sarılarak, yürekleri ülke ve millet adına ıstıraplarla dopdolu yaşamaya çalıştılar. Sayısı çok az birkaç roman ve hikâye denemesini bir kenara bırakırsak, bu zor yılların onurlu ve acılı hikâyelerini günümüzde ne ekranlarda, sinemalarda seyredebiliyoruz, ne de kitap sayfalarında okuyoruz. Oysa bu on yıl sadece milliyetçiler-ülkücüler için değil, ülkemiz için de son derece önemlidir. Bir gün bu konulara ideolojik gözlükle değil, objektif bir araştırmacı ve bilim adamı sıfatıyla eğilen tarihçiler, sosyologlar ve siyaset bilimcileri çıkarsa önlerinde çok zengin malzemeler bulacaklardır. Solcu ve liberal çevrelerin eşlerini, babalarını, yakınlarını kaybeden bir grup insanı “can yoldaşları” adıyla gündeme getirmeleri, propaganda amacıyla yapılan, samimiyetten uzak sığ ve basit bir manevradır. Girişimlerinde ihlâs olmayınca toplumun tamamına hitap edemiyorlar; inandırıcı olamıyorlar. Milliyetçilerin acılarını görmezlikten geldiklerinden oluşturmaya çalıştıkları tablo eksik kalıyor. Solcu ve liberal çevrelerde sık rastlanan bu zaaflar bir tarafa, “can yoldaşları” girişimi Türk Milliyetçileri için bir hafıza tazelemesinin ne derece zaruri olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Çünkü Arif Nihat Asya’nın dediği gibi: “Yoksa bu sayfada Oğuz Yoksa bu sayfada Yavuz Biz de yokuz biz de yokuz”1966’da Ruhi Kılıçkıran’dan başlayan, 70’li yılların ortalarından itibaren 1980’e kadar sayıları üç bini geçen muhtelif yaşlarda bir “şehitler kervanı”, hayatlarının baharında toprakla kucaklaşan “Şüheda bir nesil” söz konusu. Onlar ölümü derin bir tevekkülle, insanı ürperten müthiş bir teslimiyetle karşılamışlardı. Mesela Şişli MHP İlçe Başkanı Yusuf Bahri Genç… Bir kalem erbabı bu yiğit insanın destansı hikâyesini keşke yazsa; inançlı, ülkücü bir karakter olarak genç nesillere sunulup tanıtılsa… Yusuf Bahri 14 Ağustos 1978’de dükkânına ziyaretine gelen milletvekillerine şöyle diyordu: “Şişli’de sokaklar solcu anarşistler tarafından tutulmuş durumda; etrafa dehşet saçıyorlar. Benim dükkânımı da defalarca bombaladılar. Şimdi haber aldım ve gene saldıracaklarmış ve beni öldüreceklermiş”. Milletvekilleri İstanbul valiliğine başvururlar, tedbir alınmasını isterler. Gerekenin yapılacağı vaadiyle uğurlanırlar. Ancak bir önlem alınmaz. 17 Ağustos’ta teröristler aynı mıntıkada üç-beş yeri daha bombalarlar. O sırada Yusuf Bahri Genç dükkânında değildir. Çırağının üzerine gaz yağı döküp ateşe verirler ve “ustanı da öldüreceğiz elimizden kurtulamaz” derler. Birkaç gün sonra gazetelerde bir isim ve bir resim yer alır. Haberde şöyle denilmektedir: “Dükkânı 18 (on sekiz) defa saldırıya uğrayan milliyetçi genç vitrinine duvar ördürdü ve duvara utanç duvarı ismini koydu.”Ne var ki duvarlar bile komünistlerin kurşunlarını önleyemez. Yusuf Bahri Genç önüne duvar ördüğü işyerinde sekiz yerinden kurşunlanarak 14 Mayıs 1979’da şehit edildi. MHP Bakırköy İlçe Başkanı Mehmet Başak 20 Kasım 1979’da vuruldu. Bu tarihten kısa bir süre önce Genel Başkan Türkeş’e telefonda şöyle demişti: “ Ben bu ilçenin üç yıl içindeki altıncı başkanıyım. Benden evvelkiler hep vuruldular. Ben de bekleyeyim mi” ?İstanbul İl Başkanı Recep Haşatlı; imanlı, vatansever, yüreği insan sevgisiyle dolu herkese yardımcı olmaya çalışan, çevresinde çok sevilen bir iş adamıydı. Gencecik oğluyla birlikte aracının içinde şehit edildi. Aynı günlerde Beyoğlu İlçe Başkanı Hüsnü Tepe’nin çalıştığı postaneyi basan kızıl teröristler “burada faşist var öldürmeye geldik” diye bağırıp kurşunlarını sıktılar. Bu olaydan birkaç gün sonra Bingöl’ün Milliyetçi Belediye Başkanı Hikmet Tekin’e üst üste iki saldırı yapıldı. Başkan ilkinden yaralı olarak kurtuldu ancak teröristler öldürmekte kararlıydılar. Arabasını pusu kurdular; annesi ve kardeşiyle birlikte şehit ettiler. 3 Aralık 1979’da kurşunların hedefinde, İzmir’de mütevazi imkânlarıyla bir dergi çıkaran, milliyetçi camianın emektar isimlerinden Kemal Fedai Coşkuner vardı. Kısa bir süre önce son yazısında şöyle diyordu: “Belki de bu size son çağrımız olacaktır. Durumun ne olacağı bilinmez. Yarına sağ çıksak bile sizlere bir daha seslenme imkânı bulacak mıyız, bulduracaklar mı?” Aynı tarihte Ankara İl Başkanı ve Kars senatör adayı Av. Hüseyin Cahit Aküzüm bürosunda, ilçe başkanı mühendis Şahin Bingöl evinin yanında, Çankaya İlçe Başkanı Hamza Uzgören sokak ortasında vuruldular. Oluk gibi kan akıyordu. Gazetelerde her gün ortalama yirmi kişinin ölüm haberi yayınlanıyordu. 27.12.1979’da çevresinde çok sevilen, parlak bir gelecek vaat eden, genç bir bürokrat Ercüment Yahnici pusu kurularak çapraz ateşe tutularak, hunharca katledildi. O günlerde milliyetçi bir yayın organı olan Hergün gazetesinin başyazarı Taha Akyol şunları yazmaktadır: “Bir nizami harp” karşısında olmadığımıza göre, Türk Devleti’nin terör olaylarını önleyecek hazırlığı yok mu? Yoksa terör sıkıyönetimin bile baş edemeyeceği kadar güçlü mü? Ey fazla konuşmayı, cübbelerle direnmeyi sevenler! Meslektaşımız öldürüldü, neredesiniz? Ey insanlıktan bahsedenler, ülkemizde katliam var neredesiniz? Ey devlet var mısın yok musun? Nerede inandığımız gücün hareketi? Terör ülkeyi kasıp kavurmakta, acılar katlanarak artmaktadır. 4 Nisan 1980’de gazeteci İsmail Gerçeksöz vuruldu. Sevgi Kafalı Gerçöksöz’ü şöyle anlatmaktadır: “O sessiz bir kahramandı. Güçlü şairliğinin, ince bir sanatkâr ruhunun, Türk Milliyetçiliği ruhunun verdiği olgunlukla Türk Milleti’nin içine düştüğü bu terör ortamından ıstırap duyuyordu”. Şahadet Gerçeksöz’ün sanki içine doğmuştu. Türk Edebiyatı dergisinin mart sayısında “sona doğru” isimli şiirinde şöyle diyordu:“Hani bir şarkı takılır ya insanın dudaklarınaEski, yarı unutulmuş kırık dökükBirkaç mısra dil ucunda döner durur da Nice baharlar alıp gitmiştir en güzel düşlerine” 27 Mayıs 1980’de Türk siyasetinin yüz akı, kısa bakanlık döneminde sergilediği icraatla ahlak, fazilet ve dürüstlük timsali olarak anılmayı hakeden Gümrük ve Tekel eski Bakanı Gün Sazak aracından inerken evinin önünde katledildi. Şehitler kervanının sessiz, mütevekkil, imanlı ve vakur yürüyüşü çoğalarak sürmekteydi. 25 Ağustos 1980’de evli iki çocuk babası Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok eşi ve kızıyla birlikte bu kervana katıldılar. Üç binden fazla şehidin her birinin ve onların eşlerinin çocuklarının, ana-babalarının her birinin yürek yakan ayrı bir hikâyesi vardır. Aradan 20–30 yıl geçtikten sonra geride bıraktıklarının kapısını kim çalar, mezarlarının yakınlarından başka ziyaretçisi var mıdır? Birkaç ay önce Necip Altınok’un kızı evlendi. Gözlerinde bir yaşındayken evlerinin önünde kurşunlanan ve simasını tahayyül bile edemediği babasının otuz yıldır yüreğindeki saklı tuttuğu özlemi vardı. “Can yoldaşları” jargonunun anlamlı ve inandırıcı olabilmesi için ülkücü-milliyetçi şehitler silsilesi içerisinden en azından bir kaçına olsun yer vermeyi düşünmeleri gerekirdi. Bu girişimi düzenleyenler eksikliğin ne anlama geldiğini, samimiyetlerini kuşkulu kılan bir ayrımcılık yaptıklarını acaba fark edecekler mi? Onlar her zaman yaptıkları ve alışa geldikleri şekilde tek ayak üzerinde yürümeye çalışadursunlar; biz kendimize bakalım. Hafızamızı tazeleyip canlandıralım. Genç nesilleri yakın geçmişin hatıralarıyla bilgilendirip hem beyinlerini hem de yüreklerini beslemeye bakalım. Üç binden fazla insanın uğruna canlarını verdikleri bir fikrin, ülkünün her dem taze kalması, yarınlara umutla, heyecanla yelken açabilmesi için bu damarın sağlıklı şekilde çalışması gerekiyor. Bunu yapmak kuşkusuz nefisleri tatmine çalışmaktan başka manası bulunmayan kısır çekişmelerden, hastalık halinde camiaya musallat olan dedikodu ve tezvirattan çok daha hayırlıdır. Galip Erdem’in dediği gibi “… Türkü sevenleri hor görenler, türkü öğrenmek isteyenleri suçlayanlar bile çıkıyor. Türkü sevmek ve öğrenmeye çalışmak hele gençler için, başlı başına bir yiğitliktir.

TÜRK YURDU DERGİSİ MART.2010 / Nuri GÜRGÜR / TÜRK OCAKLARI GENEL BAŞKANI
NURİ GÜRGÜR KİMDİR

1940 yılında Kemaliye’de doğan Nuri Gürgür, Ankara Hukuk Fakültesi’nden 1963 yılında mezun oldu. Öğrenciliği sırasında 1958-1961 yılları arasında Türk Ocağı Gençlik Kolu’nda kurucu ve yönetici olarak görev yapan Gürgür, 1961 yılında bir grup arkadaşıyla, uzun yıllar milliyetçi gençlerin fikri ve kültürel çalışmalar yaptıkları önemli ve etkili bir alan olan Üniversiteliler Kültür Kulübü’nü (Derneği) kurdu. 1961-1963 yılları arasında MTTB’nde Ankara İcra Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Gürgür, bu yıllarda Son Havadis Gazetesi ve Düşünen Adam Dergisi’nin Meclis Muhabiri, Ankara Ticaret Postası’nın köşe yazarı olarak gazetecilik yaptı. 1967 yılında başladığı avukatlığı 1970 yılında ticarete başlayıncaya kadar sürdüren Gürgür, 1968 yılından 1971’e kadar Üniversiteliler Kültür Derneği’nin yayın organı olarak çıkarılan Ocak Dergisi’nin yazar ve yönetmenliğini yaptı ve 1969 yılından itibaren Devlet Dergisi’nin yazarları arasında yer aldı. Gürgür, 1975 yılında MHP Genel İdare Kurulu’na girdi ve partide 1976 – 1978 yılları arasında Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yaptı. Türk Ocakları’nın yeniden faaliyete geçirilmesi ve Türk Yurdu Dergisi’nin yeniden yayınlanması çalışmalarında yer alan, yazı kurulunda görev yapan Gürgür, 1993-1994 yıllarında Türk Ocağı Ankara Şubesi Başkanı oldu, 1996 Kurultayı’nda Türk Ocakları Genel Başkanlığı’na seçildi. Gürgür, halen bu görevi yürütmekte ve Türk Yurdu Dergisi’nin başyazarlığını yapmaktadır.Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın kurucuları arasında yer alan Gürgür, 1989-1992 yıllarında Vakıf Mütevelli Heyeti’nde görev yaptı. 1995 yılından bu yana Ankara Ticaret Odası Meclis Üyesi olan Gürgür, 1999 yılından bu yana A.T.O Meclis Başkanı olarak görev yapmaktadır.Yorumlar ve Yankılar, Milliyetçilik Üzerine, Gündemden, Aydınlar ve Avrupa Birliği isimli basılı eserleri bulunan, çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmakta olan Nuri GÜRGÜR, Aralık 2003’den bu yana TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesidir.
41. KURULTAY
Türk milliyetçiliğinin önemli kurumsal yapılarından olan Türk Ocakları geçtiğimiz hafta sonu 41. kurultayını yaptı.
Türk Ocaklarında Nuri GÜRGÜR Yeniden Genel Başkan...
Türk milliyetçiliğinin önemli kurumsal yapılarından olan Türk Ocakları geçtiğimiz hafta sonu 41. kurultayını yaptı. Türk milliyetçiliği fikrinin hiç bir siyasi yapının tekelinde olamıyacagını duruşuyla ve kurultayı ile bir kez daha gösteren Türk Ocakları fikri derinliğini muhafaza ederek bu platformda çalışmalarına devam edeceği sinyalinide Türk milliyetçilerine bir kez daha verdi.
Alperen Ocakları olarak Nuri Gürgür hocamıza ve yönetimine yeni görev döneminde başarılar dileriz…



KURULTAYDAN NOTLAR:

GÜCÜMÜZ, 1912 RUHU “ÜLKÜ”MÜZ, 21. YY’IN TÜRK ASRI OLMASIDIR
Müyesser Yıldız
Türk Ocakları’nın 41. Olağan Büyük Kurultayı tam bir şölen havasında gerçekleştirilirken, önemli ve anlamlı bir girişime imza atılıp, Boğazlayan İlçesi’ne “Milli Şehit”imiz Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in adının verilmesi için çalışma yapılması kararı alındı.
Kurultay’da, ülkemizin bugün içinde bulunduğu şartların Türk Ocaklarının kuruluş yıllarından farksız olduğu ve yine o dönemdeki gibi Türk Ocaklarına ihtiyaç bulunduğu konusunda mutabakata varıldı. Türk Ocaklılar, bu yüzyılın “ülkü” veya “kızıl elma”sının ise “1912 ruhuyla, 21. yüzyılın Türk asrı yapılması” olduğu görüşünde birleşti.
Kurultay’da tarihin muhasebesini yapan Türk Ocakları Genel Başkanı Nuri Gürgür de bugün Türk Milliyetçileri, dolayısıyla Türk Ocaklıların misyonunun dünden daha kolay olmadığını vurguladı ve toplumun gerçekleri öğrenmesinin engellendiğine dikkat çekti. Geleneksel Batı emperyalizminin 200 yıldır uygulamaya çalıştığı, yarım kalan projelerinin yeniden depreştiğini, bunların başında ise “Büyük Kürdistan” hayalinin geldiğini hatırlatan Gürgür, ülkemizde etnik fitnenin genişleyip, derinleşmesinin bundan kaynaklandığını söyledi. İktidarın “Kürt açılımı”nın vahim bir hata olduğunu, Habur’da bir facia yaşandığını da ifade eden Gürgür, “Devletin, devlet kurumlarının, yöneticilerin, yargı mensuplarının terör örgütü karşısında düşürüldüğü utanç verici durumun sorumluları bellidir. Bu yüzkarası olayın tevili ve telafisi mümkün değildir” dedi. Gürgür, bu konuda Türk Ocaklarına yöneltilen eleştirilerin “haksızlık ve tezvirat” olduğunu ifade ederek, “Kimseye destek veya köstek olmamız söz konusu değildir. Doğruları söylemeye devam edeceğiz. Türk Ocakları siyaset dışıdır ve siyaset dışı kalacaktır. Türk Ocakları’nın meseleleri Türk Ocakları içinde halledilir. Geçmişte de böyleydi, bugün de öyle olmak durumundadır” değerlendirmesini yaptı.
TÜRK VE KAZAK MİLLİ MARŞLARI YAN YANA
Türk Ocakları’nın 41. Kurultayı Cumartesi günü ATO Konferans Salonu’nda yapıldı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, eski bakanlar Ali Coşkun, Namık Kemal Zeybek, Hasan Celal Güzel, Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Rıza Ayhan ve ATO Başkanı Sinan Aygün’ün de katıldığı Kurultay, Atatürk, silah arkadaşları, tüm şehitlerimiz ve ebediyete intikal eden Türk Ocaklılar için saygı duruşunda bulunulmasıyla başladı. Kurultay’da İstiklal Marşımızın yanı sıra bu yıl ilk kez Türk Ocakları Şeref Ödülü’nün Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’e verilmesi münasebetiyle Kazak Milli Marşı da okundu.
Açılış töreninin ardından Kurultay Divanı’nın seçimine geçildi. Divan, Başkan Prof. Dr. Nedim Ünal (Eskişehir), Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Hilmi Demir (Çorum), Kâtip Üyeler, Meriç Coşkun (Merkez Danışma) ve Prof. Dr. Harun Ülger (Kayseri) şeklinde oluştu. Divan Başkanlığına seçilen Eskişehir Şube Başkanı Prof. Nedim Ünal yaptığı açış konuşmasında, Türk Ocaklıların milli devletin kurucuları olduğunu hatırlattı. Kurultay’ın önemli bir zaman diliminde yapıldığına işaret eden Ünal, “Galip Erdem, Sadi Somuncuoğlu, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimlerin oturduğu bir koltukta oturuyorum ve bana verilen bu görevin ağırlığı altında eziliyorum” dedi.
GÜL: TÜRK OCAKLARINI ÖNEMSİYORUM
Kurultay münasebetiyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de uzun bir mesaj gönderdi. Gül mesajında özetle şunları söyledi:
“Türk Ocakları’nın ülkemizin dününde ve bugününde büyük emeği ve katkısı vardır. Türk Ocakları’nın kuruluş ilke ve amaçları doğrultusundaki faaliyetlerini, başarılı çalışmalarını önemsiyor ve memnuniyetle takip ediyorum. Asırların derinliklerinden süzülerek gelen milli kültürümüz, milletimizin hayat ve güç kaynağıdır. Kültürümüze itinayla sahip çıkmak, yeni eserlerle zenginleştirmek, Türk Milleti’nin her bir ferdi için, tüm kuruluşlarımız için en önemli sorumlulukların başında gelmektedir. Türk Ocakları da bu şuurla, ortak değerlerimizin geleceğe taşınması, Türk dünyasıyla ilişkilerimizin güçlendirilmesi, birliğimin pekişmesi, sosyal yapının sağlamlaşması, yeni nesillerin tarih bilincine sahip bir şekilde yetiştirilmesi amacıyla daima takdirle karşıladığımız üstün bir gayret ve fedakârlık içindedir. Ecdadımızın emaneti olan bu topraklar üzerinde bin yıldır olduğu gibi, bundan sonra da birlik içerisinde yaşayacağız. Geçmişimize sahip çıkarak, kültürümüzü yaşatarak, ülkemizi hak ettiği güçlü ve itibarlı konuma taşıyacağız. Türkiye’nin bu gayretlerle çevresine barış ve istikrarı yayan, küresel seviyede ağırlığını sürekli artıran bir ülke olarak yükselmeye devam edeceğine inancım tamdır. Türk Ocakları’nın bu süreçteki katkılarını, adeta bir hizmet yarışı şeklinde sürdüreceğine inanıyorum.”
HİLAL’İN YERİNE HAÇ’I EGEMEN KILMAK İSTİYORLAR
Kurultay’ın açış konuşmasını yapan Türk Ocakları Genel Başkanı Nuri Gürgür sözlerine, “Bu toplantı 100 yıllık bir hizmet çınarı olan Türk Ocakları’nın milletimize verdiği mesajdır. Türk Ocakları sıradan bir sivil toplum örgütü değil, geçmişten geleceğe ilişkiler manzumesidir” tespitiyle başladı ve şöyle devam etti:
“Bu yıl Kazakistan Milli Marşını çalarak, bir ilki yaşadık. Nazarbayev’e şeref ödülü, tam ve kamil anlamda yerini bulmuş bir şükran mesajıdır. O hepimizin Cumhurbaşkanı’dır. Bir Türk Ocakları toplantısında böyle bir şey tahayyül edilemez, bunu söyleyen şovanist, hayalci ilân edilirdi. Bunları söyleyenler, geçmişte tabutluklara kondu, ama şimdi tarih yerini buluyor. Bu ödül aynı zamanda Türk dünyası açılımını ifade ediyor. Nerede bir Türk varsa Türk Ocakları oradadır. 100 yıldır misyonu hep bu çizgide gelmiştir. Karabağ’ın işgâli tüm Türk Milleti için zillettir. Bu işgalin bir an önce sona ermesi gerekiyor. Kırgızistan’da olaylar var, yönetim değişiyor Türkiye bu olaylara yakından izliyor.”
Konuşmasının devamında Türk Ocakları’nın kuruluşundan, günümüze tarihin bir muhasebesini yapan Gürgür, özetle şunları söyledi:
“Türk Ocakları’nın kuruluş nedenlerini ve bu esnada ülkenin içinde bulunduğu şartları günümüzü anlama ve anlamlandırma açısından hatırlamak zorundayız. 20. yüzyıla girilirken Devlet-i Aliye dağılma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunun bilincindeydi. Düvel-i Muazzama, Şark Meselesi bağlamında hükmünü vermiş, infaz için vesile bekliyordu. Osmanlı ricali ve aydınlar bu felaketi önlemek için çırpınıyorlardı. Bu bağlamda Müslim ve gayrı Müslim bütün tebaayı, şimdiki vatandaşlık üst kimliğinin karşılığı anlamında ‘Osmanlı üst kimliği’ ekseninde bir araya getirmek üzere öne sürülen İttihad-ı Anasır konseptini sadece Türkler sahiplendiler. Diğer unsurlar kendi milliyetleri üzerinde oluşturdukları politikalarla bağımsız devletlerini kurma aşamasına geldiler. Yusuf Akçura’nın özlü anlatımıyla ‘Üç Tarz-ı Siyaset’in iki ayağının Osmanlıcılık ve İslamcılık’ın kurtuluş vaadi taşımadığı, tecrübeyle sabit olmuştu. 187 askeri tıbbiye öğrencisinin çağrısı yerini buldu. Türk Milliyetçiliği kısa zamanda fikir ve düşünce hayatımızın belirleyici unsuru haline geldi. Milli Mücadelenin zafere ulaşmasını sağlayan ve dağılan İmparatorluğun külleri arasından Türkiye Cumhuriyetine vücut veren paradigmanın adı oldu… Aradan 90 yıla yakın zaman geçti. Yeni bir yüzyıla daha girilirken dünya dengeleri altüst oldu. Bu gelişmelerin önemli bir bölümü ülkemizi doğrudan etkiliyor. Çünkü Türkiye tarihi, kültürel ve siyasi açılardan yeryüzünde bir benzeri olmayan özelliklere sahiptir. Geniş bir alana yayılan imparatorluğun ve bu potada oluşan muhteşem Türk-İslam medeniyetinin varisi olmak bize son derece elverişli sosyal, ekonomik ve politik bir hareket alanı sunuyor. Bu hinterlandın önemli bölümü inanç beraberliğiyle daha da pekişiyor. Sovyetler’in dağılmasıyla Türk dünyasının önemli bölümü bağımsızlığını kazandı, milletimizin 500 yıllık hayali tarihi özlemi ete kemiğe büründü, gerçek oldu. İki farklı siyasal ve sosyal çemberden oluşan bu tablo ülkemize emsalsiz bir stratejik derinlik kazandırıyor. Türk Milletine tarihi bir atılım fırsatı sunuyor. Geçen 20 yıllık zaman zarfında bu müthiş imkânların hakkını verememiş bile olsak, bizi yeniden küresel güç konumuna getirecek, uluslararası arenanın başlıca aktörlerinden biri kılacak kapılar önümüze açılmaya hazır bekliyor.”
Türk Ocakları Genel Başkanı Gürgür, gündemimizdeki meselelerin son derece kritik olduğuna, bunların aynı zamanda uluslararası niteliğinin bulunduğuna dikkat çekerken de şu mesajları verdi:
“Bunların büyük kısmı, Batılıların nazarında geçen yüzyılın başlarında halledemeyip, yarım bırakmak zorunda kaldıkları meselelerdir. Geleneksel Batı emperyalizmi Türklerin bu coğrafyadaki varlığını hiçbir zaman hazmedemedi. Bizi bin yıl süresince bu toprakları esas sahiplerinden gasp eden zorbalar olarak gördü. Bu coğrafyadan tasfiye edilmemizi, asli sahibi saydıkları Hıristiyan unsurların tekrar egemen olmasını dini, ahlaki ve insani bir yükümlülük sayıp, gereğini yapmaya çalıştılar. Mustafa Kemal ve Milli Mücadele sayesinde akim kalan 200 yıllık hedeflerinin şimdi yeniden depreştiğine tanık oluyoruz. Özellikle Kıbrıs harekâtı Batılıların zihni arka planındaki Türk imajını yeniden canlandırdı. Son 200 yıl boyunca kazandıkları her savaştan sonra Hilal’in yerine, Haç’ı egemen kılmaya alışkın olan Hıristiyan dünyası, küçük bir alanda bile olsa bu geleneğin bozulmuş olmasını kültür ve imajlarına yönelik bir saldırı saydı ve tarihi bir şok yaşadı. Bundan sonra ASALA, Rum işbirliği ve buna dahil edilen PKK projeleri gündeme geldiği, bir şer cephesi oluşturuldu. Bunların tümü Batılı istihbarat örgütlerince desteklendi. Etnik fitnenin Türkiye içinde genişleyip, derinleşmesinde Rum, Ermeni ve Batı Avrupa kaynaklı faktörlerin yanı sıra ABD’nin bölgemizde izlediği ikiyüzlü, kaypak politikalar etkili oldu. ABD, 1991 Körfez Harekatı sonrası çizdiği 36. paralelle, burada fiili bir Kürt devletinin kurulmasını sağladı. Beraberinde Kandil ve çevresinin PKK üssü haline getirilmesine izin verdi. Bu ikisi yan yana geldiğinde tablo anlam kazanıyor. Yıllardan beri diplomatik makyajlarla örtülmek istenen bu tablo ve esas niyet şudur; ABD ve stratejik ortağı İsrail’in amacı Irak’ın kuzeyindeki yönetimin egemenlik alanını genişleterek, Türkiye, İran ve Suriye’den de toprak katarak, ‘Büyük Kürdistan Devletini’ kurmaktır. Washington ve Tel Aviv’in bölgeye yönelik politikaları önemli ölçüde örtüşüyor. Kuruluşunu kendilerine borçlu sayacak sadık ve güvenilir bir ‘dost devlet’ edinmek istiyorlar. Ortadoğu gibi dünyanın en kaygan ve karmaşık coğrafyasında hem İsrail’in güvenliği açısından, hem de çok zengin enerji kaynakları yönünden bu oluşumu stratejik bir hedef sayıyorlar.”
SİYASETE NÜFUZ EDEN GÜÇLER
Gürgür, etnik fitnenin iç boyutları, kirli propaganda yöntemleri ve “Kürt açılımı” konusunda da şu değerlendirmeleri yaptı:
“Dış bağlantıların yanı sıra, izlenen yanlış politikalar, daha doğrusu politikasızlık da etnik fitne probleminin boyutunu genişletti ve böylece doğrudan milli bütünlüğümüze, üniter milli devlet yapımıza yönelik bir tehdit haline geldi. Medya üzerinden yürütülen kirli bir propaganda var. Dün ‘milli demokratik devrim’ jargonuyla çökertilmek istenen devletimiz, günümüzde demokratikleşme, insan hakları ve özgürlükler gibi evrensel değerler veya kültürel haklar, çok kültürlülük gibi küreselci sloganlarla sürekli hırpalanıyor, içi boşaltılarak etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Çoğunluğu eski solcu yeni liberal demokratlar ve bir kısım siyasal İslamcıların oluşturduğu gruplar, medya başta olmak üzere STÖ’ler, üniversiteler, bürokrasi ve siyasi alanda yoğun bir işbirliği ve dayanışma içinde hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. Bu kesimlerin bir başka ortak özelliği, milli olan her şeye karşı oluşlarıdır. Milleti, milli değerleri ve milli kimliği reddediyorlar. İlginç bir tutum da izliyor, millet ve milliyete ait değerlerin sadece Türk’e ait olanlarını şovenlik, kavmiyetçilik gibi suçlamalarla peşinen reddediyor, ancak Kürtçülük başta olmak üzere ayrıştırmacı mikro milliyetçilikleri, etnikçi girişimleri haklı bulup, meşru sayıyor ve destekliyorlar. Bu ittifak, güçlü medya imkânlarına, yani kamuoyunu etkileyecek kanallara da sahip olduğu için siyasete nüfuz edip, siyasi iktidarı da etkileyebiliyor. Bunun tipik örneği, “alacakaranlıkta açılım denemeleri” olarak tanımladığımız açılım sürecinde yaşandı. Hükümet, ortak cephenin teşvik ve yönlendirmesiyle çok vahim bir hata yaptı. Polis Akademisinde görüş ve düşünceleri herkes tarafından bilinen isimlerle bir girişim başlattı. Bu hayallerin ne kadar yanlış ve geçersiz olduğu Habur rezaletiyle ortaya çıktı. Devletin, devlet kurumlarının, yöneticilerin, yargı mensuplarının terör örgütü karşısında düşürüldüğü utanç verici durumun sorumluları bellidir. Habur’da bir facia yaşanmış, Türk Devleti’ne meydan okunmuştur. Bu yüzkarası olayın tevili ve telafisi mümkün değildir.”
TÜRK OCAKLARINA ELEŞTİRİ HAKSIZLIKTIR
Konuşmasının bu bölümünde Türk Ocakları’nın “açılım” konusundaki tavrına yönelik eleştirilere değinen Başkan Gürgür, Türk Ocakları’nın bir sivil toplum örgütü olarak görüşlerini ortaya koyduğunu, bu görüşlerin ne kadar doğru ve gerçekçi olduğunun da ortaya çıktığını belirterek, “Türk Ocakları bir düşünce kuruluşudur, aynı zamanda bir basın kuruluşu olmak zorundadır. Kendi kabına çekilerek, kapalı çalışmamıştır, çalışamaz. Fikir üretecek, bunları ilgililere bildirecek, yanlışları da net olarak ortaya koyacaktır. Hazırladığımız raporla ilgili yapılan bazı değerlendirmeler haksızlıktır, tezvirattır. Kimseye destek köstek olmamız söz konusu değildir. Doğruları söylemeye devam edeceğiz” dedi.
Gürgür, Türk Ocakları’nın neden siyaset dışı kalması gerektiğini anlatırken ise bunun sebebinin siyasetin “mekruh” sayılması değil, siyasetin üslubu ile Türk Ocakları’nın kural ve üslubunun birbirine karışmasının, geniş ufukların yakalanmasını engellemesi olduğunu vurguladı. Türk Ocakları’nın meselelerinin mutlaka bu çatı altında halledilmesi gerektiğini kaydeden Gürgür, “Geçmişte de böyleydi, bugün de öyle olmak zorundadır. Dışarıdan empoze bu kuruluşa da, arkadaşlarımıza da saygısızlıktır. Çoğu arkadaşımız, büyük fedakârlıklarla bu görevleri yerine getirdi. Bu emeği ‘dinazorluk’ telakki etmek saygısızlıktır. Yararlanmak isteyenler için bu mücadele ve tecrübelerden öğrenilecek çok şey vardır, lütfen kimseye haksızlık etmeyelim” uyarısında bulundu.
TSK VE GÜVENLİK GÜÇLERİMİZ KAHRAMANDIR
TSK ve güvenlik güçlerimizin PKK ile yürüttüğü mücadeleye ilişkin görüşlerini de açıklayan Gürgür, özetle şunları söyledi:
“Bu konuda TSK ve güvenlik güçlerimizi farklı değerlendirmek, hakşinaslığın gereğidir. Onlar 26 yıldır sürdürülen mücadelede hiçbir şekilde karalanamaz, kötü gösterilemez. Bu kadar yoğun iç ve dış desteğe rağmen, bu fitneyle mücadele edip, muhteşem bir başarı sağladılar. Onlar milli varlığımızı savunan gerçek kahramanlardır. Ecdadımıza yakışan bir kahramanlık sergilemişlerdir. Ancak bu başarının diğer politikalarla desteklenmesi gerekirdi. Türkiye’nin bütünlüğü açısından hayati önem taşıyan bu meselenin çözümünü, dış kaynaklı suni reçetelerde değil, kendi kültür ve medeniyetimizde, tarihi tecrübemizde aramalıyız. Bugünkü problemlerimizin temel sorumluları, devşirme, Batının yeniçerisi konumundaki kozmopolitan aydınlardır. Türk Milleti etnik bir isim değil tam ve kamil anlamda bir milletin adıdır, bu ismi etnik isimlerle yan yana getirmek cehalettir, bilgisizliktir, aymazlıktır. Bunu yaparak, toplumsal bütünlüğümüzün sağlamlaştırılacağını, mikro milliyetçiliğin etkisizleştirileceğini zannetmek yanlıştır ve geleceğin başarısızlığının zeminini hazırlamaktır. Yapılacak olan, bizi millet yapan ortak değerlerimizin ön plana çıkartılması ve yüceltilmesidir. Neden bu millet içinden bir şeyler çıkartılmaya çalışılıyor? Maalesef fitne öyle derinlemesine işledi ki, bir iki hamleyle ortadan kaldırılması zor görünüyor. Bu hasta aydın zihniyetini aşamazsak, ülkemiz için büyük problem var demektir. Bugün Türk Milliyetçilerinin, dolayısıyla Türk Ocaklıların misyonu dünden daha kolay değildir. Toplumun gerçekleri öğrenmesi engelleniyor. Milli kimliğimizi oluşturan temel değerler sistematik şekilde yıpratılmaya çalışılıyor. Milletimiz tarihimizden övünç değil, utanç duyacak bir suçluluk psikolojisine taşınmaya çalışılıyor.”
21. YÜZYIL ÜLKÜMÜZ
Türk Ocakları Genel Başkanı Gürgür konuşmasının son bölümünde, tarihi hesaplaşmaların yaşanacağı bu kader dönümünde yapılması gerekenleri ve hedeflerini anlattı. Bu kritik süreçte Türkiye’nin gelişmelerin nesnesi değil, öznesi olmasının önemine dikkat çeken Gürgür, sözlerini şöyle tamamladı:
“300 yıldan beri siyasi arenada bize biçilen rolleri oynamaya çalıştık. 20 yıl önce ilahi bir lütuf olarak Türk Milleti’ne sunulan imkânların, açılan kapıların değerini bilmeye, hakkını vermeye mecburuz. Tarihimizin sarkacını yükselişe geçtiği, tarihin makas değiştirdiği bir ortamda izleyici olarak kalamayız. Türk Ocaklılar yeni bir yüzyıla adım atmaya hazırlanırken, samimi ve doğru bir durum tespiti yapabilmeli, ‘neredeyiz, ne yapıyoruz, ne yapmalıyız’ gibi soruların cevaplarını aramalıdır. Mevcut şartlarda sürekli yakınmakla, şer güçlerin yaptıklarını vurgulamakla yetinirsek, sadece tehlikeleri işaret etmiş oluruz. Bunda ısrar zihni patinajdır. Hem mesafe alamayız, hem bıktırıcı olur, toplumdan da ilgi ve itibar görmeyiz… Çabalarımızın yeterli olduğunu, sorumluluğumuzun hakkını tam olarak verdiğimizi iddia edecek değilim, Ancak niyetimiz halis, amacımız doğru ve meşrudur. Türk Milleti’ne bu küresel rekabet ortamında onurlu ve saygın bir yer açma hedefi, 21. yüzyılı Türk asrı yapma ülküsü kesinlikle ütopya değildir. Ancak bunun altını doldurup, hakkını vermemiz geriyor. Nasıl ki Türk dünyası hayalimiz gerçekleşti, Türk asrının da muhteşem bir varlık olarak ortaya çıkması mümkündür. Kimse unutmasın, yeterli azme, gayrete sahipseniz, doğruluğuna ve haklılığına inanıyorsanız, hayal gibi duran hedefler mutlaka hakikat olur. Saflarımızı sıklaştırıp, aramıza fitne ve tezviratın girmesine izin vermeyelim. Birbirimizi sevip, sayalım.”
MESAJ DOLU ÖDÜL TÖRENİ
Gürgür’ün konuşmasından sonra Türk Ocakları 2009 ödüllerinin takdimine geçildi.
Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazabayev’e verilen Galip Erdem Türk Ocakları Şeref Ödülü’nü Kazakistan Büyükelçiliği Müsteşarı Serik Cumagülov, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen’den aldı. İsen ödülü verirken, “Sayın Nazarbayev bunu hak etti, çünkü Türk dünyası ile ilgili tüm tekliflerin sahibi ve en önemli destekçisidir” dedi.
Türk Ocakları için 100. Yıl Marşını yazan Osman Oktay ile bu marşın bestecisi TRT sanatçısı Suat Yıldırım da ödüllerini Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun ile ATO Başkanı Sinan Aygün’ün elinden aldı. Oktay, bu marşla 100 yılı taçlandırdıklarını belirtirken, Yıldırım, hayatının en anlamlı ödülünü aldığını söyledi.
Dr. Hasan Ferid Cansever Sanat Ödülüne lâyık görülen Türk Dünyası Müzik Topluluğu Şefi İrfan Gürdal’a ödülünü ise Türk Ocakları Başkanı Nuri Gürgür verdi.
Bu yıl ilk kez verilen Ayvaz Gökdemir Edebiyat Ödülünün sahibi Beşir Ayvazoğlu’nun ödülünü de merhum Gökdemir’in eşi Sevgi Gökdemir takdim etti. Ayvaz Gökdemir’le hem isim, hem kader birliktelikleri olduğunu belirten Beşir Ayvazoğlu, en eski sivil toplum kuruluşu olan Türk Ocakları’nın başından beri hiçbir siyasi partinin yedeğinde bulunmamasının önemine dikkat çekti.
Hamdullah Suphi Tanrıöver Kültür Ödülünü, Türk Ocakları Danışma Kurulu Üyesi Alaattin Ceceli’den alan Nevzat Kösoğlu da insanın yakınlarından, kendi ailesinden, ocağından ödül almasının başka bir keyfi olduğunu ifade etti. Bugün küreselleşme ve benzeri gelişmelerin bahane edilerek, milliyetçilik, milli devletin modasının geçtiğinin önü sürüldüğünü hatırlatan Kösoğlu, “Sakın inanmayın. Birkaç yüzyıl daha milliyetçilik asrı yaşanacaktır. Ziya Gökalp, ‘Bir mikrop uzun zamandır İslâm alemi ve İmparatorluğu parçalamaktadır. Bu sosyal mikrop milliyetçiliktir. Şimdi de milliyetçiliği İslâm alemi ve kendi milletimiz için kullanma zamanıdır’ demiştir. Burada anlatılmak istenen milliyetçiliğin iki tarafı keskin bir kılıç olduğudur. Milliyetçiliğin bir tarafında parçalayıcılık, diğer tarafında aynı kültürden gelenler için birleştiricilik vardır. Türk Milliyetçiliğinin doğuşunda ve Türk milletinin kendini bir toplum olarak algılamasında, başka milletlere düşmanlık yoktur. Türk Milleti, PKK’nın tüm zulmüne rağmen birlikte yaşamıştır, yaşayacaktır” dedi.
Nihal Atsız Türk Dünyasına Hizmet Ödülü’ne lâyık görülen, ancak rahatsızlığı sebebiyle törene katılamayan Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan’ın ödülünü, İstanbul Şube Başkanı Dr. Cezmi Bayram, Türk Ocakları Danışma Kurulu üyesi Mehmet Ceylan’dan aldı.
Ziya Gökalp Bilim ve Teşvik Ödülüne hak kazanan Özbek tarihçi Dr. Gaybullah Babayar’a ödülünü de Yunus Emre Enstitüsü Müdürü Ali Fuat Bilkan verdi. Babayar, “Size Özbekistan’dan, öz kardaşlarınızdan selam getirdim” dedi.
HALAÇOĞLU’NDAN “FIRAT’IN ÖTESİ” UYARISI
Prof. Dr. Osman Turan Türklük Araştırmaları Ödülü’nü Türk-İş eski Başkanı Salih Kılıç’ın takdim ettiği Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu teşekkür konuşmasına, “41. Kurultay için 41 kere maşallah. Türk adını taşıyan tek ciddi kurum kalmıştır, o da Türk Ocakları’dır” sözleriyle başladı ve özetle şunları söyledi:
“Türkiye bugün de Türk Ocakları’nın kuruluş yıllarındaki şartlarda bulunmaktadır. Tarihin derinliklerinden aldığımız ışığı, geleceğimize yönelttiğimiz zaman bazı şeyler berraklaşacaktır. Baktığımız haritayı iyi okumalıyız. Ortadoğu haritasının Türkiye’yi nasıl etkileyeceği berrak bir şekilde görünüyor. Etnik ayrımcılığa sürüklenen Türkiye’nin çok dikkatli hareket etmesi, yetkililerin de ağızlarından çıkanlara çok dikkat etmesi gerekiyor. Fırat’ın ötesinden söz etmek, ülkenin ikiye bölündüğünü kabul etmek demektir. Bugün Türk kelimesini kullanmak neredeyse ırkçılıkla eş anlamlı sayılmaktadır… Açılımların neye, hangi ölçüde hizmet edeceği iyi hesaplanmalıdır. Artık bazı şeylerin açık açık konuşulması, bazı gerçeklerle yüzleşilmesi gerekiyor. Bu topraklarda kendilerini başka kimlikler altında gösterenler oldu. Bunları konuşmak zor değil, çözüm de budur. Bu topraklardaki bin yıllık medeniyetimizi unutturmaya çalışan bir zihniyet var. ‘Türkiyelik’ diyenler ırkçılık yapmaktadır ve bu ifade aslında başka ırktan olduklarını açıkça söyleyemeyenlerin kendilerini kamuflesidir… Devletler aynen insanlar gibi doğar, büyür ve ölür. ‘Çok büyük devletler yıkılmaz, parçalanmaz, ilelebet yaşayacak’ demek, bir devletin yaşamasına yetmez. Herkesin elini taşın altına sokması gerek.”
Ödül törenin son bölümünde Doç. Dr. Hanım Halilova da, Türk dünyasına yönelik çalışma ve desteklerine teşekkürün ifadesi olarak Başkan Nuri Gürgür’e bir plaket sundu.
DELEGENİN SESİ
Kurultayın üçüncü bölümü delegelerin duygu, düşünce ve görüşlerine ayrıldı. İlk sözü alan Doç. Dr. Yonca Anzerlioğlu, “Kürt açılımı”nı yapanlara Türk Ocakları olarak yeterince tepki verilmediğini, medyada bu işin mimarlarının yanında görüntü verilmesinden rahatsızlık duyduğunu anlattı. Malum medyanın Türk Ocakları’nın açılımı desteklediği iddiasında bulunduğunu, buna karşılık kendilerinden Türk Ocakları’nın internet sitesine konulan bir açıklamayla yetinmelerinin istendiğini öne süren Anzerlioğlu, Türklük şuurunu yok etmek isteyenler değil, yaşatma arzusunda olanlarla birlikte hareket edilmesi gerektiğini savundu. Anzerlioğlu, Türk Ocakları’nın üzerindeki ataleti atmasını, bölücüler ve bunlara yardım-yataklık edenlere karşı da neler yapılabileceğinin ortaya koymasını istedi.
Kırıkkale Şube Başkanı Hasan Yaylı, Türk Ocaklı ve ülkücü olmanın zorluklarının dile getirirken, Yozgat Şubesinden Mehmet Güneş, 1912’deki gibi, bugün de Türk Ocaklarına ihtiyaç bulunduğunu, her alanda mücadele bayrağını yükseltmek gerektiğini söyledi. Güney’in, Boğazlıyan ilçesinin adının “Şehit Kemal Bey” olarak değiştirilmesi teklifi ise hemen oylanıp, kabul edildi. Bu yöndeki Genel Kurul kararının gereği için TBMM, Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı, destek için de Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmesi benimsendi. Bakırköy Şube Başkanı Arif Akdeniz Türk Ocakları’nın 76 şubesiyle birlikte siyasete, politikanın çirkefine bulaştırılmadan bugünlere geldiğini, artık 21. yüzyılın “kızıl elma”sının ne olması gerektiğinin düşünülmesini istedi.
Kurultaya damgasını vuran konuşmalardan birisini de Kahramanmaraş’tan Abdülbaki Günışığı yaptı. Bölgenin tamamının “Kürt” bilinmesinden duyduğu rahatsızlığı ifade eden Günışık, Urfa’nın yüzde 90’nın Türkmen olduğunu söyledi ve Türk Ocaklıları bölgeye beklediğini bildirdi. Bugün Türk Milleti’nin başında iki büyük bela bulunduğunu, bunlardan birinin etnik fitne, diğerinin Ermenistan meselesi olduğunu hatırlatan Günışık, “Herkes Karabağ’ın işgâlini konuşuyor. Asıl konuşulması gereken Zenzagur’dur. Zenzagur’u tamamen alamazsak, Ermenistan sorunu bitmez” dedi.
Türk Ocaklarının bir rehber, öncü olduğunu, Türkiye’nin bütünlüğü ve devletin bekasından başka kaygısı bulunmadığını hatırlatan İstanbul Şube Başkanı Cezmi Bayram da görevlerinin, millete doğruları söyleme ve umut verme görevi olduğunu kaydetti. Samsun Şube Başkanı Doç. Dr. Tuncer Çağlayan, 100 yıl önce olanların, bugün de gündemde olduğunu, Türk kimliğinin tartışma konusu yapılıp, Anayasa’dan çıkartılmasının istendiğini belirterek, Türk Ocakları’nın buna izin vermemesini istedi. Çağlayan, “Tarihimiz Islahat, Tanzimat gibi açılımlarla dolu. Bizim bir milli, bir de gayrı milli açılımlarımız var. Tek milli açılımız var, o da Misak-ı Milli’dir. AB, Ermeni. Kıbrıs, Kürt açılımları ise gayrı millidir. Yeni bir Misak-ı Milli açılımına ihtiyacımız var” diye konuştu. İzmir Şube Başkanı Veli Öztürk, 21. yüzyılın Türk asrı olması için Türk Milliyetçilerinin tarihlerini iyi okuması ve birbirlerine küsmemesi gerektiğine dikkat çekti. Türk Ocakları Danışma Kurulu üyesi Hüsnü Poyraz, tarihi Türk Ocağı binasında yapılmayan her kurultayı gurbette yapılmış saydığını, o binaya el koyanları ve halen iade etmeyenleri tarihin derin kuyusuna attığını söylerken, 100. yıl kongresinin tarihi binada yapılması dileğinde bulundu. Eskişehir Şube’den Mustafa Tezel, bugün ülkemizin kurucu iradesinin zaafa uğratıldığını bildirdi ve “Yiğit düştüğü yerden kalkar. Bu yüzden kurucu iradenin yeniden hayat bulacağı yer bu kutlu Ocaktır. Türk Ocakları’nın üstüne düşen vazife, kuruluş günlerinden ağırdır” dedi. Edirne Şubesinden Cengiz Gültekin’in verdiği yazılı metin Genel Kurul’un bilgisine sunuldu. Gültekin özellikle geleneksel atasprlarıyla ilgilenilmesini istedi.
Kurultay delegelerinin konuşmasının ardından Faaliyet, Mali ve Denetleme Kurulu raporları görüşüldü, oylandı ve ibra edildi. 2010-2011 tahmini bütçe oylandı. Ayrıca Türk Ocakları Tüzüğü’nün bazı maddelerinde değişikliğe gidildi.
İKİ LİSTELİ SEÇİM
Kurultay’ın son bölümünde merkez organlarının seçimine geçildi ve Divan’a Nuri Gürgür ile Doç. Dr. Hasan Ali Karasar başkanlığında iki liste sunuldu.
Seçimlere geçilmeden önce bir konuşma yapan Doç. Dr. Hasan Ali Karasar, çok zor bir karar alıp, aday olduğunu, zira karşısında efsane isimler olduğunu söyledi. Kendilerini uzun zamandır ifade etmekte zorlandıklarını dile getiren Karasar, 5-6 yıl sonra ilk kez bir Türk Ocakları Kurultayı’nda polisle karşı karşıya gelinmesinden de üzüntü duyduğunu anlattı. Polisin salonda bulunmasını eleştiren Karasar, “Burası Türk Ocakları’dır, burada provokasyon olmaz” dedi. Karasar, realist değil idealist olduklarını, ayrıca olanı değil, olması gerekeni düşündüklerini bildirdi.
Karasar’ın eleştirileri üzerine kürsüye gelen Türk Ocakları Genel Sekreteri Prof. Orhan Kavuncu, tam ve kamil şekilde uygulanması istenen demokrasinin Türk Ocakları’nın geleneğinde bulunduğunu, gençlerin desteklendiğini vurguladıktan sonra şu açıklamayı yaptı:
“Alternatif liste çıkaranlar da bizim çocuklarımız. Genel Merkez ve şubelerimizin hangi şartlarda çalıştıklarını biliyorsunuz. Meşakkate, zahmete talip oldunuz. Üzüntümüz şu; Gençlerimiz liste çıkarmadan önce bize gelip, böyle bir niyetin olduğunu söyleyebilirdi. Maalesef duyumlarla haberimiz oldu, şubelere bazı yerlerden telefonlar edildiğini öğrendik. Türk Ocakları’nın geleneğinde böyle bir şey yok. Dışarıdan müdahale asla ve asla olamaz, kabul edilmez. O telefonların geldiği yer, güvenlik tedbiri almamızı gerektirmiştir. Bunun tüm mesuliyeti de benimdir. Aslolan demokrasidir ve herkes oyunu hür iradesi ile kullanacaktır”
YENİ MERKEZ YÖNETİM KURULU
Kurultay çalışması, yapılan seçimlerin ardından akşam saatlerinde tamamlandı. Seçimi, Nuri Gürgür başkanlığındaki liste kazandı. Gürgür’ün 210, Hasan Ali Karasar’ın 61 oy aldığı seçimin sonucunda Türk Ocakları Merkez Yönetim Kurulu şu isimlerden oluştu:
“Nuri Gürgür, Efendi Barutçu, Prof. Dr. Orhan Kavuncu, Galip Temur, Prof. Dr. Orhan Arslan, Prof. Dr. Çağatay Özdemir, Dr. Fahri Atasoy, Osman Oktay, Kerim Ünal, Yrd. Doç. Bülent Aksoy, Prof. Dr. Özcan Yeniçeri” asil üye olarak seçildi.
Denetleme Kurulu üyeliklerine de Prof. Rasih Demirci, Yrd. Doç İbrahim Atabey ile Zafer Sadıkoğlu seçildiler.
Kurultayın kapanış konuşmasını yapan Divan Başkanı Prof. Nedim Ünal, Türk Ocakları terbiyesine yakışan şekilde gerçekleştirilen bu tarihi kurultaya herkesin şahitlik etmesi gerektiğini belirterek, “Türk Ocakları nesil yetiştiren bir ocak olduğunu ispat etmiştir. Bilge Nuri Gürgür abimizin ufkundan beslenen dopdolu bir nesil, Gürgür Baba’nın söylediklerini hayata geçirecek bir gençlik gördüm. Bu Kurultayı milletimize hediye ediyoruz” dedi.
13.04.2010