.

.

,

,

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.































10 Mart 2009 Salı

BAHAEDDİN ÖZKİŞİ 2011








Bir filozof diyor ki: “Bir insanı en son anan kişi öldüğü zaman o ölmüştür.” Yani isminden bahsedilmesi bittiği zaman…Benim birçok yerde Milli Eğitim Müdürlüğü yapmış bir arkadaşım söyledi. “Biz Alparslan Türkeş’e gitmiştik. Alparslan Türkeş bize dedi ki: Arkadaşlar! Üç kitabı okuyacaksınız. Birincisi Köse Kadı ve onun devamı olan Uçtaki Adam, ikincisi Babürname, üçüncüsü Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları. Bu üç kitabı muhakkak okuyun.” dedi. Kasım 2011 ESKANDER / Bâb-ı Âli Yokuşu Timaş İSTANBUL…



ESKADER'in Timaş ile birlikte düzeleği Bahaeddin Özkişi programında konuşulanları M. Sait Fidan kayda geçirdi.
Edebiyatçı, hikayeci, romancı Bahaeddin Özkişi ölümünün 36. yıldönümünde Eskader’in 10 Kasım 2011 Perşembe günü Timaş Kitap Cafe’de düzenlediği bir programla anıldı. Programda sevenleri, dostları ve yakınları bir araya geldi. Programda konuşulanları paylaşalım istedik.



Mehmet Nuri Yardım: Efendim çok değerli bir yazarımızı, hikayecimizi, romancımızı anacağız. Vefatının 36. yılında Mehmed Bahaeddin Özkişi. Çok değerli yakınları var, başta Hanımefendi, eşi, Fatma Özden Hanımefendi aramızda. Kızı Zeynep Hanım, damadı, torunları, biz yine Yazarlar Birliğinde toplantı yapmışken o gün, Mehmed Bahaeddin Özkişi doğmuştu, torun, o da aramızda, değil mi? İnşallah dedesine hayırlı bir halef olacak. Şimdi programın akışını ben size kısaca söyleyeyim. Süleyman Bağlam Hocamız konuşacak, Kültür Tarihçimiz, Bahaddin Bey’in muhitinden bahsedecek. Yetiştiği çevre. Ardından ben hikayeleri üzerinde duracağım. Sonra Seval Günbal Hanım romanları üzerinde duracak. Ardından Kamil Bey ve Tufan Bey bize hatıralarını anlatacaklar. En son eşi Fatma Özden Hanımefendi birkaç cümle lutfederse seviniriz. Bu akşam Bahaeddin Özkişi’nin en yakınları burada. Hakikaten Bahaeddin Özkişi bana göre son on yıl içinde tanınan, bilinen, bir değer, hikayeci, romancı, bir fikir adamı. Zaten konuşmalarda bunu göreceğiz. Ben sözü hemen Süleyman Bağlam Hocamıza veriyorum. Buyurun efendim.
Süleyman Bağlam: Cümleten hoş geldiniz bu işi ayarlayan ESKADER bendeniz de kurucusuyum ama asıl bu işin yüreklisi Mehmet Nuri Bey sağolsun her hafta topluyor, bugün 10 Kasım Bahaeddin Özkişi’nin ölüm günü, kendisini rahmetle anıyoruz. Allah rahmet eylesin.
Efendim buraya gelirken Bahaeddin Ağabeyin bulunduğu muhit kafamda dolaşıyordu. Hemen şu iki sokak ileride Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi’nin dergahı var. Geldikleri yer orası. Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi’nin üstadı Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri. Asıl onun geldiği nokta bu. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri Şam’da medfun, büyük özellikleri olan bir kimse. Talebelerini yetiştiriyor, bütün İslam coğrafyasına yolluyor, İstanbul’a gönderdiği özel talebelerine de 28 tane tavsiyesi var. Bunlara uyacaksınız diyor. Bizim özelliklerimiz bu. Kimseden mal-mülk beklemeyeceksiniz. Devlet adamlarıyla görüşmeyeceksiniz, İstanbullu bir hanımla evlenmeyeceksiniz. Tekkenizin prestijini şahsi menfaatler için kullanmayacaksınız. Bu konuyla ilgili bir kaynağı söyleyeyim. Keşkül dergisi, üç ayda bir çıkıyor, Fatih Çıtlak çıkartıyor, Mevlevilik, Kadirilik, son sayısı da Nakşilik hakkında. Gümüşhanevi Dergahı da var, bendeniz de bir şeyler yazdım, 20. sayıda, Gümüşhanevi Dergahı hakkında geniş malumat var. Vesikaları da koyduk. İşinize yarayacağını ümit ediyorum. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri emir üzerine Şam’da bulunuyor. Kendisi talebelerinden Ömer Efendi’yi Anadolu’ya yolluyor. Ta Ahmed Yesevi’den beri Anadolu ve Rumeli bizim için ideal bir nokta. Bahaeddin eniştenin kızıl elma dediği. Özden Abla tabii daha iyi biliyor. Demirci’ye geliyor. Oğlu Halit, burada torun Halit Bey kardeşimiz var, Mustafa Köseoğlu’nun oğlu, damat, aynı ismi taşıyorlar. Gelip Gümüşhanevi Dergahına intisap ediyor. Dergahın kapısında çok mühüm bir yazı var. “Burada çay yok, çorba yok.” İlim var, zikir var. Gelene çay bile vermiyor, çorba hiç vermiyor. Ama orayı takip edene sonunda Ramuzu’l-ehadisi hediye ediyorlar. İstanbul’a gelen Halid Efendi Gümüşhanevi Dergahına intisap ediyor, yetişiyor. Dergahın ileri gelen şahsiyetleri, İsmail Necati Efendi, Sabri Ülgener’in dedesi oluyor. Onların hep irtibatları var. Oğlu Ömer Lütfü Efendi ve Ahmet çocukları.. Ahmet Efendi de Çanakkale’de şehit oldu. Ömer Lütfü Efendi de 1881’de doğuyor. Ömer Lütfü Efendi’nin 4 tane çocuğu oluyor. İki oğul, iki kız, bunlardan birisi bizim Bahaeddin Özkişi.
Ömer Lütfü Efendi İstanbul’da Süleymaniye Medresesi’nde okuyor. Süleymaniye Medresesi İstanbul Medreseleri içinde en üst seviyede olandır. Başta Sahn-ı Seman, bizim İstanbul Üniversite’nin kuruluşu olan merkez. Sonra Süleymaniye üniversitesi oluyor, üç sene sonra. Ömer Lütfü Efendi Hilafetini Gümüşhanevi Dergahı’ndan alıyor. Şimdi malum-u aliniz, her tarikatın bir özelliği vardır. Kiminde aşk esastır, kiminde ilim esastır, bunlar hep vasıflar. Nakşilikte de ilim esastır. Onlar medreseden gelmiş, hafız olan insanlar. Çay yok, çorba yok; ilim var, zikir var diyorlar. 1913’te icazetini aldıktan sonra kadıyü’l-kuzat’ta okuyorlar. Ondan sonra Avukatlık veya Hakimlik hakkı da veriliyor. Azize Hanımla evleniyor, Valide Hanım. Ömer Lütfü Efendi Dersiam, eve gelenler, gidenler. Ona birisi bir şey sorarsa hemen cevabını veriyor. Kitabın sayfa numarasını bile söylüyor. Bir Profesör onun hafızasına hayret ederdi. “Çok kuvvetli bir hafızası var.” derdi. 3 Mart 24’te medreseler kapatılınca ulema işsiz kalıyor. Ömer Lütfü Efendi de buna çok üzülüyor. Hatta Latin harfiyle bir ilmihal yayınlıyor. Silivri’de Müftülük yapıyor. 1948’de vefat ediyor. Ömer Lütfü Efendi’nin kabri Bahaeddin enişteyle beraber. Ömer Lütfü Efendi’nin bir sözünü özellikle belirtmek istiyorum. Bana çok tesir etti. “Müritlerimiz bizim için fidanlardır.” Bakın bir Mürşidin Müridine bakış açısı. Ne kadar güzel bir söz.
Bahaeddin Enişte’nin hayatında mühim bir nokta daha. 10 Kasım 1975’te vefat edince cenaze namazını Mehmed Efendi İskenderpaşa Camii’nde kıldırıyor. Gümüşhanevi Dergahı Vilayetin karşısında. Devletle beraber. Yabancılar bu hareketleri çok takip ediyorlar. Bütün yabancı konsoloslukların araştırma merkezleri var. İsveç Konsolosluğu Bektaşilik araştırması yaptı, İngilizce - Türkçe çıkarttı. İngilizcesi çıktı, Türkçesi daha çıkmadı. Buralar hakkında çok geniş vesikalar var. Bu dergahın bir özelliği var. Devletin yanında yer almışlar. Padişahı desteklemişler. Mesela Ömer Ziyaeddin Efendi’nin Mir’at-ı Kanun-ı Esasi kitabı var. 1908 Anayasası’nın İslami kaynaklarını yazıyor. Hukuk-ı Selahaddin isimli bir kitabı daha var. Başa bağlılıkla ilgili. Yani siz Abdülhamid’e karşı çıkmayın. Bu devlet yıkılırsa gider, her şey biter. Böyle yol gösteren büyük insanlar. İşte Bahaeddin Bey de bu ekolün insanı. Feyzini onlardan alıyor. Şimdi etrafında ona tesir eden İsmail Hakkı Uzunçarşılı var. İsmail Hami Danişmend’den de muhakkak istifade etmiştir. Yusuf Ziya Bayur okuduklarından biri, on cilt tarihi olan; Fuat Köprülü, Ömer Lütfü Balkan, Rumeli Fütuhatında Kolonizatör Türk dervişleri, yarım kalan eserinde de Baciyan-ı Rum’u anlatıyor. Köse Kadı’da, Uçtaki Adam’da bunu görürsünüz, Cihad ruhu ve edeb. Bunlar işleniyor. Bahattin Bey bu eserlerin tesiriyle kitaplarını yazdı. Ona tesir edenlerden biri de Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı. Bir kitabı var. Bacanağımız Kamil Bey fotokopiyle çoğalttı. Şeref Bey’in müthiş şiirleri var, tefsiri var. Divanı var. Bahaeddin Bey’in Teknik Üniversite’de samimi arkadaşları Necmettin Erbakan, Kemalettin Erbakan, Mustafa Köseoğlu, o muhit ona tesir eder. Marmaratörler de ona tesir eder. Süheyl Ünver’in tezhip derslerine gitmiş. Bahaeddin Özkişi çok sanatkar bir insan. Altın kesif oranına uygun dört tane ev maketi yapıyor. Özden Abla’nın evinde duruyor. Onların hakikaten teşhir edilmesi gerekir. Kendi evinin maketini yaptı. Bu büyük bir sanat eseridir hakikaten. Kendisi hakkında yapılan tezler var. Ertuğrul Özaslan Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’ne tez hazırladı. Aydın Gülışık Muğla Üniversitesi için, Nazire Erbay Erzurum Üniversitesi’nde tez hazırladı.
Mehmet Nuri Yardım: Prof. Dr. Bayram Yüksel Bey Bahaeddin Bey’in Samiha Ayverdi’den de istifade ettiğini, yanına gidip geldiğini söyledi. Ben hikayelerini daha önce okumuştum. Bu toplantı vesilesiyle tekrar gözden geçirdim. O kadar mahviyetkar ki kitabın üzerinde Bahaeddin yazıyor ama Özkişi yazmıyor. İlk defa bir kapakta yazarın adı var ama soyadı yok. Bu eserinde toplam 70 hikaye var. Hikaye kitabının yanı sıra romanlarını da göstermek istiyorum. Sokakta, 100 temel eserden sayıldı. Bir diğer kıymetli eseri Uçtaki Adam. Ve Köse Kadı. Yani üç romanı ve hikayeleri var.
Öncelikle kısa hikayede bir usta. Hatta bugün Sanat Aleminde “Kısa hikayenin büyük yazarı” diye yazdım. Bunu okurken hakikaten bambaşka dünyalara açılıyor insan. Yani bana göre Türk Edebiyatı’nda hikaye denince akla gelebilecek ilk isimlerden biri. Çünkü o kadar ustalıklı bir şekilde sizi çekip çeviriyor ki bir bakıma kendinizi o dünyanın içinde buluyorsunuz. Tabii beslendiği kaynakları hocamız belirtti. Hakikaten bizim medeniyetimizi çok iyi tasvir eden, tahlil eden kısa metinler. Ben bir daha yeniden okudum. Şunu gördüm. Bu hikayeler bir bakıma deneme denebilir ama kuruluş olarak ve tür olarak bir hikayedir. En uzunu 2, 2.5 sayfa. Normalde 1, 1.5 sayfalık hikayeler. Bazıları birkaç paragraftan müteşekkil, bazıları tek sayfa. Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı Akbaba dergisinde mizahi hikayeleri çıkmıştır. Bunu birçok kimse bilmiyor, hatta Ötüken Yayınevi’nin yöneticileri kitaplarını basmaya başlayınca bunu fark ediyorlar. Bahaeddin Bey’in büyük bir hikayeci olduğunu o zaman fark ediyorlar.
Nevzat Kösoğlu hakkında önemli bir yazı yazıyor. Orhan Bey bütün eserlerini inceliyor ve bir bakıma Göç Zamanı’nın temelleri böyle atılıyor. Hikayelerinin tamamında bizim insanımız anlatılıyor. Dolayısıyla hikayeye girdiğinizde kendinizi adeta bir şadırvanın içinde bulursunuz. Çarşamba’da bir tarihi evin önünde kendinizi bulabilirsiniz. Bazen sizi alıp Osmanlı’ya götürüyor. İzninizle bir-iki paragrafı da buradan okumak istiyorum. “Bahaeddin Özkişi hikayelerinde birçok objeden bahsetse de kainatta gördüğü ve tanıdığı birçok eşyadan, bitkiden, hayvandan ve unsurdan bahsetse de onun temel meselesi insandır. Yani işin özünde insanı anlatmaktadır. Duygularıyla, düşünceleriyle, meziyetleriyle, hasletleriyle müspet, menfi bütün özellikleriyle insanoğlunu kalemine dolamaktadır. O, insanoğlunun özünü keşfe çıkan bir keşşaf gibidir. Günlük yaşamda karşılaştığımız olaylar zincirinin perdesini aralar, özüne inmeye çalışır, derinlemesine bakışlar serdeder. Bizim lakayd kaldığımız, hayatta monotonlaştırdığımız hadiseler onun kaleminin ucuna geldiği zaman bir anda harikuladeleşir. Zira o hadiselere üstün manalar yükler.”
Osman Akkuşak: Mehmet Nuri Bey! Bütün insanları mı anlatıyor, yoksa sadece bizim insanımızı mı?
Mehmet Nuri Yardım: Genelde insanı anlatıyor diye gördüm. Ama özelde bizim insanımızı anlatıyor. (Metinden okumaya devam eder) “Kavramlar başkalaşır, kelimeler ulvileşir, artık farklı bir gözle dünyaya ve evrende cereyan eden hadiselere bakmaya başlarsınız. Bu durumda psikolog veya ruhbilimci bir yazarla karşı karşıya kaldığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Bahaeddin Özkişi içinde yaşadığı şehirde gördüklerini, okuyucularıyla paylaşırken onun satır aralarına bir medeniyet perspektifi yerleştirir. İnsanı anlatırken onu şekillendiren, oluşturan, hamurunu meydana getiren manevi değerler zümresini unutmaz. Şehri anlatırken camiyi, mahalleyi anlatırken medreseyi, evi anlatırken çeşmeyi anlatmayı ihmal etmez.” Yani bir bütün olarak bakar, bir külliye gibi, “Bahaeddin Özkişi’nin bu hikayelerinde bunu görürsünüz adeta bütün bir şehir, bizim şehrimiz, bizim mahallemiz, bizim sokağımızı anlatır. Adeta hikayelerinde bir tasvir var. Her hikayesinin sonunda farklı tablolar görebilirsiniz. Çünkü mesela Fatih’teki, Çarşamba’daki bir medreseden söz ediyorsa bu medrese gözünüzün önünde canlanıyor. Çeşmesiyle, sebiliyle belki sadaka taşıyla ve diğer yardımcı unsurlarıyla. Dolayısıyla ben biraz Mustafa Kutlu’ya benzetiyorum. Mustafa Kutlu da biliyorsunuz ressamdır, aynı zamanda iyi bir hikayecidir. Yani ressam olan hikayecilerde tasvir gücü daha yüksektir. Çünkü bir bakıma resim tarafından geliştirdikleri birikimi hikaye sanatına da aktarıyor. Ve okuyucu bir bakıma hikaye okurken hakikaten bir film seyreder gibi çevreyi daha iyi gözlemler. Tabii bütün hikayelerden ben bahsetmeyeceğim. Çünkü uzun bir metin hazırladım ve merak edenler tamamını Sanatalemi’nden okuyabilirler. Şimdi Seval kardeşimiz romanlarını anlatsın.
Seval Günbal: Ben Bahaeddin Özkişi’yi ilk önce Göç Zamanı hikayeleriyle tanıdım. O zamanlar ve bugün onun hikayeleri Gogol’un Palto’suyla kıyaslanır. Üç tane romanı var. İlk olarak Sokakta romanı, ardından Köse Kadı ve Uçtaki Adam. Sanıyorum Samiha Ayverdi ile karşılaştıktan sonra tarihi romanlar yazmaya başlıyor. Köse Kadı ve Uçtaki Adam benim anladığım kadarıyla serhat uçlarındaki cengaverleri anlatıyor. Ben Sokakta romanından bahsedeceğim. Çünkü Sokakta romanı aynı zamanda Peyami Safa ödülünü de kazanmış bir roman. Üslubu, dili çok sarsıcı, çok etkileyici. O yüzden Sokakta’dan bahsedeceğim. Aynı zamanda Sokakta’nın şöyle bir önemi daha var. Kendisi hakkında birçok tez yazıldı ama bu tezlerde en çok Sokakta romanından bahsedilir. Sokakta romanını okuduğunuzda şunu görüyorsunuz. Büyük puntolarla onlar ibaresi geçiyor. Ben bunu okuduğum zaman onları çok merak ettim, niye en çok bundan bahsediliyor diye. Özkişi’nin Onlar’daki amacı, kastı neydi diye düşünmüştüm. Bunun üzerine herkes farklı farklı yorumlar getirebiliyor. Yazar semboller kullanıyor. Onlar da bu sembollerden bir tanesi. Ki bunu bütün yazarlar yapıyorlar. Orda sokağın yerine siz vatanı oturtabilirsiniz. Bahaeddin Özkişi’nin böyle bir ülküsü de var. Vatanı oturtabilirsiniz, anneyi oturtabilirsiniz, evi oturtabilirsiniz. Sokak onun için korunması ve uğrunda çarpışılması gereken bir alandı. Çünkü o vatanını korur, sokağını koruduğu gibi. Böyle bir duygudur. Sokak onun için kavganın başladığı asıl yerdir. Çok uyanık ve çok dikkatli bir şekilde mücadele veriyor. Bazı yazarlar hiçbir şekilde sembol de kullanmazlar ama sadece ipucu verirler. İşte Bahaeddin Özkişi de bunu yapıyor. Sokakta romanında bir bölüm var, orda romancı bize ipucu veriyor. Ben o bölümü size kitaptan okumak istiyorum çünkü bu bölümü okursak Sokakta’nın niçin Sokakta olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Benim elimdeki 1978 baskısı, ben doğmadan çok önce yapılmış bu baskı, gerçek eserlerin etkisi kendilerinden sonraki nesillere de ulaşabiliyor. Bahaeddin Özkişi’nin gerek hikayelerinde, gerek romanlarında böyle bir gücü var.
Mehmet Nuri Yardım: Göç Zamanı ilk baskısını yaptığı zaman – Ötüken’den- Bahaeddin Özkişi’ye emr-i hak vaki oluyor. Kitabı göremeden göç ediyor. Bu da Cenab-ı Allah’ın bir tecellisi.
Seval Günbal: Sokakta’da Bahaeddin Özkişi’nin mücadelesinin ana kaynağını görüyoruz. Şöyle diyor: “Orada neler olmadı ki. Orada insanlar bir milletin ve insanlığın mukadderatıyla oynanan oyunun seyircisi ve aktörü oldular. Dünyanın tamamıydı sokağımız. Bir ırk diğer ırklara, bir fikir diğer fikirlere köle edilmeye çalışıldı. Bu savaş bitmedi hala. Ve sokak üzerine konuşmamız da bu yüzden bitmeyecek. Oradan bahsetmemek insanın kendisini görmezden gelmesi anlamını taşımaz mı? Oysa sokak ve insan. İşte yok farzedilemeyecek iki önemli şey. Bütün maksatlar bu iki nokta ile ilgili.” Bütün romanlarına ve hikayelerine baktığımız zaman Bahaeddin Özkişi’nin çok naif olan ve hiç karamsar olmayan bir dili var. Kesinlikle karamsar değil. Tüm gerçeklerden çarpıcı, vurucu bir şekilde bahsediyor ama aynı zamanda karamsar değil.
Mehmet Nuri Yardım: Bahaeddin Özkişi’yle tanışan Ahmed Hamdi Tanpınar ona diyor ki: “ Evladım! Yazmaya devam et. Sen on Sait Faik edersin. Dolayısıyla Tanpınar gibi, Samiha Ayverdi gibi edebiyatçıların takdirini kazanmış büyük bir edebiyatçıdan bahsediyoruz. Şimdi hatıralar eşliğinde Kamil Bey’i dinleyelim.
Kamil Güzelyazıcı: Efendim bendeniz kendisinin bacanağı oluyorum. 1969 senesinde oldu. Kendisiyle beraberliğimiz maalesef altı sene sürdü. 1975 senesinde onu kaybettik. 1 ay arayla evlendik. Şu ana kadar konuşmacılar Bahaeddin Bey’in ilmi yönü üzerinde durdular. Ben Bahaeddin Ağabey’in gönül yönünü anlatacağım. Tanıdığım kadarıyla anlatacağım. Yoksa hakikaten son derece kapalı bir insandı. Hassas, o derece mütevazı, muhatabını çok samimi bir şekilde dinleyen, gözlerinin içine baka baka dinleyen bir ahlakı vardı. Hiç kimsenin sözünü kestiğine şahit olmadım. Devamlı dinler, çok neşeli görünmesine rağmen onda hüzün vardı. Bir araya geldiğimizde her şeyden bahsederdik. Hatta bir keresinde şöyle bir şey oldu. Kendisi Almanya’da çok bulunduğu için bir keresinde ona “Bahaeddin Ağabey! Biz Avrupa ülkelerinden daha geri zekalımıyız ki bu kadar geri kalmışız?” O da “Onlarda kolektif çalışma, kolektif görüş var. Bizde ise tam tersidir. Aslında dünyanın en zeki milleti biziz.” dedi. Bu benim kulağıma küpe olmuştur.
Benim küçük baldızım, bir münasebetle ölüm bahsi açılıyor. Bahaeddin Bey de “İnsan öyle ölsün ki hiç unutulmasın.” diyor. Baldızım da “Bu olsa olsa ancak 10 Kasımda olur.” diyor. O da “Neden olmasın.” diyor. Bu herhalde kendisinin kerametidir. Çok vefakar bir insandı. Tevazuda hakikaten üstündü. Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’ne gelir, herkesten evvel gelir, 20, 25 metrekare bir mekan. Ben toplantıdan önce gelir, görürüm ki erken gelmiş yerleri süpürüyor. Süpürgeyi elinden zorla alırdım. Öyle mütevazı bir insan. Sonra sohbetler başlar, evvela çok iyi dinler, dinledikten sonra eğer fikrine müracaat edilirse gayet veciz bir şekilde izah eder. Bir gönül adamıydı. Bu kadar fikri yapısı ve eser meydana getirmesi onun fevkalade kabiliyet sahibi olduğunu gösterdiği gibi imani tarafı vardı. Fakat bunu gizlerdi. Muhatabına göre tavır takınırdı. Benden sonra Tufan Bey onu daha geniş bir şekilde anlatacaktır.
Mehmet Nuri Yardım: Çok teşekkür ediyoruz, sağolun. Bugün Bahaeddin Bey’in yakınlarından Hadi Bey’i aradım. Hadi Bey Emre Aköz’ün kayınpederi. Sağolsun Fatma Yargıcı Hanımefendi telefonunu buldu, kendilerini davet ettim. Daha önce adını duymuştum. Emre Aköz, Bahaeddin Bey hakkında birkaç yazı yazdı. Hadi Bey’in Bahaeddin Bey’in dostu olduğunu biliyordum, not almıştım. Önce çok teşekkür etti, memnun oldu, “Bahaeddin Bey’i andığınız için çok teşekkür ediyorum. Ben de gelmek isterdim ama çok yaşlıyım. Seksen yaşındayım. Evim de uzak. Ama inşallah bir başka zaman bir araya geliriz.” dedi. Telefonda birkaç şey sordum. “Ben edebi yönünü bilemem, ama insan olarak mükemmel bir insandı. Benim yakın dostumdu. Benim birçok yönümü törpülemiştir. Bana çok faydalı olmuştur.” dedi. Böyle güzellikle yad etti, çok da memnun oldu. Hepinize selamları var. Şimdi Tufan Bey’i dinleyeceğiz. Tufan Bey Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’nin başkanı. Hocam kabul ederse bu dernek hakkında en yakın zamanda bir mülakat yapmak istiyorum. Zannediyorum 1960’larda kurulmuş. İnşallah o derneği bir gün burada konuşuruz. Zat-ı alinizi de misafir ederiz. Şimdi Bahaeddin Bey hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi dinleyelim.
Bahaeddin Özkişi konferansının notlarına dünkü kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Tufan Baran: Muhterem hazirun! 36 yıl sonra çok kıymetli ve değerli bir mütefekkiri muhterem zevcelerinin, akraba-i taallukatının, Mehmet Nuri Bey’in riyasetinde bütün eş ve dostlarının, ahbaplarının bizi bir araya getirmesi dolayısıyla sizlere de, onlara da, teşrif buyuranların hepsine teşekkürlerimi sunuyorum. İnsanların unutulmaması lazım. Bir filozof diyor ki: “Bir insanı en son anan kişi öldüğü zaman o ölmüştür.” Yani isminden bahsedilmesi bittiği zaman. Şimdi çok güzel bir faaliyet var. Zaman zaman bir araya geliniyor. Kendisiyle ilgili çalışmalar yapılıyor, konular ortaya konuluyor, mesela bir Peyami Safa’nın ben anıldığını hiç işitmedim. Namütenahi eserleri var. Hem filozofik, hem psikolojik, hem de Cingöz Recai adıyla yazdığı namütenahi eserleriyle vs. hiç anılmadı. Halbuki Peyami Safa büyük bir üstad yazardı, büyük bir mütefekkirdi. Kendisini biz 1961’de Demokrasi Fikir Kulübü’nü kurduğumuz zaman yatalak bir hanımefendi Cağaloğlu’ndaki bir handa bize bir yazıhaneyi telefonuyla beraber tevdi ettiler. Ama Peyami Safa daha hala anılmıyor.
Mehmet Nuri Yardım: Hocam! 15 Haziranda ESKADER yöneticileri andı, Mehmed Niyazi Bey’le beraber mezarlığa gittik, Peyami Safa’yı da unutmadık.
Tufan Baran: Şimdi Niyazi Bey harika bir insan. o kadirşinaslığın, vefakarlığın bir örneği. Dolayısıyla onu da hayırla yad ediyoruz. Allah ona da sıhhat, afiyet nasip etsin, uzun ömürler versin. Çanakkale Mahşeri’yle Çanakkale’ye namütenahi insanın akmasına vesile olmuştur. Eskiden Çanakkale şehitlerinin anılmasına aşağı yukarı bir-iki otobüs giderdi. Bir Çanakkale Milletvekili televizyonda anlattı, dedi ki: “ Her cumartesi - pazar 200 araba geliyor.” Bu da Çanakkale Mahşeri’nin meydana getirdiği revaçtandır.
Mehmet Nuri Yardım: Plevne diye bir romanı daha basıldı. Birkaç hafta önce buradaydı, o eseri anlattı.
Tufan Baran: Bahaeddin Özkişi dediğimiz zaman soyadının üzerinde durmamız gerekiyor. Özünde kişilik olan şahsiyet. Onda ne gibi özellikler keşfettiniz diye soracak olursanız bir yalan söylemeyen bir insan, beraber bulunduğumuz süre içerisinde kesinlikle yalan söylemeyen bir insan olarak hafızamızda yer etti. İkincisi sözünde duran bir insan. Mesela pazar günü saat ikide şu yerde buluşalım dersek oraya on dakika önce geliyor. Biz ikide gidiyorsak o on dakika orada bekliyor. Tam ikide hareket edelim ordan nereye gideceksek diye. Emanette riayette hiç kusuru yok. Yani Peygamberimizin münafıklık işareti olarak gördüğü özellikleri muhitinden uzaklaştırabilmiş bir insan. Karakter dediğimiz çok önemli bir şey. Biz bu özellikleri kendisinde müşahede ettik. İnsanlar başkalarına hizmet ettiğinde hiçbir zaman kendilerini küçültmezler.
Cafer-i Tayyar’ın başkanlığındaki heyet Habeşistan’a gitmişti. Necaşi’den iyi itibar gördüler. Peygamberimizin daveti üzerine Medine’ye döndüler. Bunun üzerine Necaşi, Peygamber Efendimiz’in nasıl bir insan olduğunu tetkik etmek üzere bir heyet gönderdi. Peygamberimiz onlara ikramda bulundu, sofrada havlu tuttu, ellerine su döktü. “Sen bu kavmin efendisi değil misin?” dediler. “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” dedi. Bahaeddin Özkişi bu özelliklere vakıftı. Dolayısıyla hizmet ehliydi, hizmet ediyordu, çok değişik vasıfları vardı. İnsanlar bir aradayken birbirlerini pek teşhis edemiyorlar. Ancak insanlar birbirlerinden ayrıldıkları, ebediyete intikal ettikleri zaman “O nasıl bir insandı?” diye analize başlıyorlar. Dolayısıyla bu analizler bizde bir edebiyat dahisinin kaybolduğu intibaını uyandırıyor. Mesela Sokakta çok muazzam bir eser. Burada o kadar önemli hususlara temas ediyor ki. Mesela bir çamaşırcı kadının kızının, bir mülazımın batılılaşmaları sebebiyle meydana gelen skandal ve felaketleri iyice tahlil ediyor. İnsanların emniyete şayan kimseler olmaları üzerinde duruyor. Mesela “İnsanlar zevsin içine şeytanı sokmuşlar, zevs kılığında şeytanın emrine girmişlerdir. Sonra zevsin yerine Tanrı para oldu, şeytan paranın içine girdi.” diyor. Yani bu analizi yapabilmek, bu tespitte bulunabilmek için dahiyane fikir taşıması lazım bir insanın. Bunun vecize haline gelmesi lazım. Paranın içine girmiş olan şeytan kendisine taptırıyor.
Benim birçok yerde Milli Eğitim Müdürlüğü yapmış bir arkadaşım söyledi. “Biz Alparslan Türkeş’e gitmiştik. Alparslan Türkeş bize dedi ki: Arkadaşlar! Üç kitabı okuyacaksınız. Birincisi Köse Kadı ve onun devamı olan Uçtaki Adam, ikincisi Babürname, üçüncüsü Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları. Bu üç kitabı muhakkak okuyun.” dedi. Milli Eğitim Müdürü de “Yav bu Bahaeddin Özkişi kim?” dedi. Etrafa şerha şerha yayılan bir fikrin temsilcisi idi.
Kendisinin çok güzel hatıratları da vardır. Göç Zamanı’nda anlattığı bir olay kendi hayatıyla ilgilidir. Pederleri Demircili Ömer Lütfü Efendi. O zaman da ilkokula gidiyor bu. 50’den önceki inkılabın en şiddetli olduğu dönemler. 23 Nisan’ı anlatıyor, diyor ki: “Ben arkadaşlarla hocalar arasında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorum. Benim babam hem Silivri Müftülüğü yapmış, hem de Nakşibendi şeyhi. Ben onun evladıyım diye benden kaçıyorlardı. Benim kendimi kabul ettirmem için bir şey yapmam gerekiyor. Babamın sarığını, tespihini çaldım. Tiyatroda oynadım.” Ama daha sonra vicdan azabı çekmiş. İnsanların şahsiyeti çok değişiktir. “Babam vefat etmeden önce bizim eve namütenahi müridi gelirdi.” O zaman Müftülerin aldığı maaş çok cüz’iymiş. Ama babası yine de çorba kaynatırmış. Helva yapılır, çorba yapılırmış. Gelenler ondan müstefid olurlarmış. Fakat peder öldükten sonra kırk gün kapılarını kimse çalmamış. Kırk günden sonra Baş müritlerinden biri annesini istemeye gelmiş. Emin kişi olabilmek çok önemli.
Bahaeddin Özkişi çok genç vefat etti. Emekli de olmuştu. Ali Cano’nun sınıf arkadaşıydı. Ali Cano Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürü. Emekli olduktan sonra Tophane’den Çırak Okulu’nda öğretmenlik yapmasını istediler. Bir taraftan kitap yazıyor, bir taraftan maketler yapıyor, bir taraftan bizim oraya geliyor. Bir toplantıda Bayram Yüksel “Sizden hiç bahsetmemişti.” dedi. O mütevazı bir insandı. Ben orda da vardım, burada da vardım demez. Nam ve şöhret peşinde olan bir insan değil. Bugün insanlar bir para için yaşıyorlar, iki şöhret için yaşıyorlar, üç mevki için yaşıyorlar, dört şehvet için yaşıyorlar. Bu vahşi kapitalizmin hakimiyetidir. Sokakta romanında harika tahlil ve tespitler yapmıştır. Hep kökün üzerinde duruyor. Kökümüzü kaybetmeyeceğiz. En düşman olduğum şey bir yerin istimlaklarla yıkılmasıdır. Çünkü bozulma ordan başlıyor. Sokak gider. Şimdi mahalle baskısı diyorlar. Mahalle kişileri her türlü baskıdan korur. Mescit, türbe mahallenin manevi sahipleridir. İstimlakları yaptırmamak lazım. Bugün Camiler artık süs haline gelmiştir. Etrafında mahallesi, cemaati yok.
Osman Akkuşak: Sokakta’da bir ifade dikkatimi çekti. “Sokak, milletimizin müdafaa edeceği yerlerden biridir.” Bu mealde. Bir derneğin mensubu olan gençler şöyle bir bildiri dağıtmışlar. Trabzon ahalisi bunların bildiri dağıttığını görünce kovalamışlar. Hatta bir iki pataklamışlar galiba. Bizim Sorumlu Müdür var, Mustafa, Trabzonlu, ona dedim ki “Bu Trabzon’u öyle bir seviyorum ki. Trabzon şehirlerimiz içinde en sağlam şehir hüviyetini taşıyor.” O da “İyi ama Osman Ağabey! Hürriyeti yok mu insanların?” Ona dedim ki: “Millet, memleket aleyhinde şeyler olursa ona engel olmak kanunun vazifesidir.” Beyoğlu’na çıkıyorsunuz. Kavgalar, dövüşler. O dernek yürüyüş yapıyor, bu dernek yürüyüş yapıyor. Bunlar hürriyetin tezahürü ama kanunları çiğniyorlar. Sağı solu yakıyorlar, yıkıyorlar, hadi diyelim Beyoğlu kolektif bir sokak. Kanun kuvvetinin bunları önlemesi lazım.
Tufan Baran: Bundan 12-13 sene evvel Ankara’daydım. Nevzat Köseoğlu’yla görüşeceğiz, ona gittim. İlk Bahaeddin Bey’i onlara ben göndermiştim. Ondan bahsettik. “Ne zaman geldin?” dedi. “Dün akşam geldim.” dedim. “Yav keşke gelseydin. Türk Ocağı Vakfı dün akşam Bahaeddin Özkişi’yi andı.” dedi. Onun hatırasını yadedenler var. İnşallah devam eder. Eğer yaşasaydı çok büyük işler yapma imkanı olacaktı. Çok büyük planlar yapıyordu. Kısa bir rahatsızlıktan sonra rahmete kavuştu. Allah gani gani rahmet eylesin.
Lütfü Yılmaz: Ben de Bahaeddin Ağabeyimizi dernekte tanımıştım. 5-6 yıl beraber olduk. Ben de 69 itibariyle dernekle beraber oldum. Ben kendisini büyük ruhlu bir insan olarak tanıdım. Ahlak ve maneviyat dolu zenginliği olan bir insandı. Yalnız kendisini hiç göstermiyordu. Geç vakte kadar otururduk. Orası bir diyalog meclisiydi. Gizli bir hazineydi. Allah rahmet eylesin. Ruhu şad olsun.
Halit Köseoğlu: Rahmetli benim dayımdı. O vefat ettiğinde ben 16-17 yaşındaydım. Bizim iki dayımız var. Diğeri yumuşak, bu daha disiplinli. 47 yaşında vefat etti. Daha çok yaşasaydı daha çok eser meydana getirirdi. Kendisi devlet memuru olmasına rağmen dışarıdan iki tane ailesi vardı, onlara yardım ederdi. Bir akşam namazı vakti komaya girdi. Hastanede 10 gün kadar yattı, ondan sonra vefat etti.
Fatma Özden Hanımefendi ( Eşi ) : Söylemek istediklerimi atlamamak için yazdım. Mehmed Bahaeddin Özkişi’nin 36. sene-i devriyesinde yakınları, akrabaları, tanıyanları, sevenleri, bütün dostlar hoş geldiniz! Yine bırakmadınız, yıllardır unutulmadı, unutulmasına fırsat vermediğiniz için teşekkür ederim. Romancı, hikaye ustası Özkişi’nin bundan önce de dostlarının tertip ettiği anma programında tanıyanlar anlattı. Onlara da teşekkür ederim. Özkişi’nin okuyanların ruhlarına işleyen, onları kanalize edebilen eserler vermiş olması, bugüne kadar 36 yıl sonra hala hatırlanması bizi onurlandırıyor. Kitaplarını okuyan bir Öğretim Üyesiyle konuştum. Birlikte dinleyelim:
Ben, arkadaşlarım gençlik yıllarımızda Bahaeddin Özkişi’yi çok okuduk. O bizim için yol göstericiydi. Yurt sevgisini, onu sahiplenip korumamız gerektiğini bizleri milli hisler güçlendirerek o öğretti. Biz onu ağabeyimiz kadar kendimize yakın hissettik. Memleket sevgisini öylesine perçinleştirdi ki canımızı pervasızca vatan için feda edebilecek duruma geldik. Onun aşılarıyla vefa ve vazife borcu olarak öğrencilerimize, çocuklarımıza vatan sevgisini öğretiyoruz.” Özkişi sadece eserleriyle değil karakteriyle de değerliydi. Bizler gördük, tanıştık, yaşadık. Torunları göremedi. Geçmiş bir anma programının ardından ilk torunum elime yazılı bir kağıt tutuşturdu. O gün hiç görmediği dedesini çok özlemiş. Dayanılmaz bir hasret duymuş. Keşke görebilseydim demiş. Kaleme sarılmış, dedesini sevenler çok. Övgü dolu birçok konuşma dinledik. Yazı okuduk, ama şimdiye kadar ne yetişkin ne çocuk denecek kadar genç biri onu hatırlamayı böyle manzum olarak dile getirdi. O hissiyatını düzyazıyla değil, manzum olarak ifade eder. Yaşına göre duygularını iyi hissettirebilmiş dizelerine. Canım yavrum, ilk torunum! Annesinin babasız büyümesi onu o kadar çok etkilemiş ki kendi dedesizliğinin hüznünü içinde büyütmüş. Duyguları manzum olarak yazıp bize de hissettirdi. Okudum, duygulandım, çok genç torunumun 14 yaşındayken yazdığı manzumeyi sizinle paylaşmak istedim. Eğer kabul ederse kendisi gelsin.
( Torun okuyor)
Dizelenir yapraklar sonbahar gelince
Dökülür boynu bükük usulca yerlere
Sessiz gemi ne de erken uğramış bize
Rabbim tanıştırdı dedemi Azrail’le.
Yokluğunla ah sensiz geçen on sene
Özlemin kalbimizin en derin yerinde
Dünyada tadamadım ben dede sevgisini
İsterdim hissetmeyi bir kere bile.
Yaşamış gibiyim adeta hep seninle
Seyrettiğim birkaç siyah beyaz resminle
Keşke diyorum olmasaydı da varım yoğum
Tanışabilseydim ah canım dedem benim.
Yokluğun ebediyen kalacak hep kalbimde
İçimde söküp atamadığım bir ukde
Gözlerim arıyor, nerelerdesin dede?
Herkes burada eksiksin bayramda, kandilde.
Hep yanımda olsan da sarılsam boynuna
Öpsem ellerini, gülümsesen yüzüme
İstemezdin değil mi bırakıp gitmeyi?
Ah dedeciğim! Dönüşü olmayan yere.
Anneannem diyor tanısaydın dedeni
Anlardın bunca yıl neden ağladığımı
Fatma Özden Hanımefendi: Özkişi’nin ani vefatı bizi acılara garketti. Hayatımız allak bullak oldu. Öyle derinden sarstı ki bir anda neye uğradığımızı şaşırdık. Ahirete göç kaçınılmaz bir son. Giden memnun mu, değil mi bilinmez. Ama dönene hiç rastlanmıyor. Hepimiz kendimize biçilen nefes sayısını tüketeceğiz. Kimine az, kimine çok. Özkişi’nin vefatıyla üç kişilik çekirdek ailede iki kişi kalmıştık. Benle korumaya, sevgiye, şefkate muhtaç dört yaşında bir kız çocuğu. Kızım! Onu yetiştirirken iğneyle kuyu kazar gibi çok emek verdim. Hiç onu kırmadan, bir fiske vurmadan yetiştirdim. Kızım Zeynep büyüdü. Gelin oldu, eşi Selman Demir. Birbirinden güzel torunlarımız teker teker dünyaya geldikçe benim de gönlüm şenlendi. Her biri ayrı ayrı beni hayata bağladılar. Büyük torunum Elif, Sena, Mehmet Bahaeddin. Büyük torunum Elif de evlendi. Onun da nurtopu gibi birçocuğu oldu: Muhammed Eymen. Yavrumun yavrumun yavrusunu gördüm. Kucağıma aldım. Seviyorum, seviliyorum, çok mutluyum. Dünyamıza hoş geldin bebeğim, hoş geldin delikanlı! Özkişi bu tabloyu göremedi. Göç Zamanı adlı kitabında olduğu gibi münadi ona 10 Kasım 1975’te “Gel.” dedi. Nur içinde yatsın, ruhu şad olsun. Allah gani gani rahmet eylesin. Amin.
Mehmet Nuri Yardım: Yazı yazarken nasıl bir halet-i ruhiye içinde olurdu?
Fatma Özden Hanımefendi: 69’da evlendik. Daha ilk günlerden itibaren hikayelerini bana okudu. Çok muvafık olduğunu söyledim. Çok da beğendim. “Peki, neden devam etmedin?” dedim. “Düşünce silsilem kayboluyor.” dedi. “Yazdığımda düşünceler inkıtaa uğruyor.” Ben de ona “Sen söyle, ben yazayım.” dedim. Ben çok süratli not tutarım. Kendi kendime birtakım rumuzlarım vardır. Bir gece oturduk, o dedi, ben yazdım; o dedi, ben yazdım. Akşam 9 ile 12 arasında. Biz böylece dört sene yazdık. Hiçbir gezmeye gitmeden 4 kitap yazdık. Bir tek kelimesine ben ilave yapmadım. Ama ancak böyle bir emekle çıkabilir.
Mehmet Nuri YARDIM: İnsan olarak nasıldı?
Fatma Özden Hanımefendi: Yeğeni asabi olduğunu söylemişti. Ama bizim 6.5 sene bir tek münakaşamız olmadı. O asabiyetini ben hiç görmedim. Ama ailesinde, arkadaşlarında asabiyeti çok görülmüş. Üniversitede çok görülmüş, kıyametler koparırmış. Kasım 2011 ESKANDER / Bâb-ı Âli Yokuşu Timaş İSTANBUL…
05 aralık 2011 www.dunyabizim.com