.

.

,

,

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.































3 Mart 2009 Salı

ÜÇ TARZ-I SİYASET

Torunu 2003 yılnda. Arkadaşı Namık İsmail Bey'in Yusuf Akçura portresi.

Gaspıralı İsmail Bey ve Yusuf AKÇURA, Gurzuf, Kırım. Gaspıralı İsmail Bey ve Yusuf AKÇURA, Gurzuf, Kırım. Yusuf Akçura'nın Edirnekapı Şehitliği'ndeki, Kazan Süyüm Bike Camii Minaresinden esinlenmiş ve hemşerileri tarafından yaptırılmış değişik mezartaşı.




Üç Tarz-ı Siyaset veya Üç Meslek-i Siyasi



Yusuf Akçura 15 Mart 1904`de yayımladığı meşhur tedkikinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüğü `üç tarz-ı siyaset` ve `üç meslek-i siyasi` olarak adlandırır; zira bu üç meslek de esasen fikri değil, siyasi nitelikliydi ve tabiatıyla üçü de o yıllara ilişkin siyasi koşulların birer ürünüydü. Nitekim Akçura bu üç siyasi programın amaçlarını şöyle açıklar: — `Memalik-i Osmaniye`de Garp`tan istifaza ile iktisab-ı kuvvet u terakki arzuları uyanalı belli başlı üç meslek-i siyasi tasavvur ve takib (ebaucher) edildi sanıyorum: Birincisi: Hükumet-i Osmaniye`ye tabi milel-i muhtelifeyi temsil ve tevhid ile bir millet-i Osmaniye vücuda getirmek. İkincisi: Hakk-ı Hilafet`in devlet-i Osmaniye hükumdarında olmasından istifade ederek bütün İslamları hükumet-i mezkure idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin`Panislamisme` dedikleri). Üçüncüsü: Irk üzerine müstenid bir Türk millet-i siyasiyesi teşkil etmek.` `Bir Osmanlı milleti meydana getirmek` iddiasıyla Rum milleti, Ermeni milleti, Yahudi milleti gibi gayr-ı müslim unsurların İslam milletiyle ittihadı amaçlanıyor, `Osmanlı milleti` hiçbir din ve ırk ayrımına yer vermeyen işbu yeni siyasi birliğin adı oluyordu. Bu yeni bir vatandaşlık tanımıydı. Kısacası `Osmanlıcılık` (ittihad-ı anasır) mevcudu muhafaza etmek adına verilmiş bir taviz, atılmış bir geri adımdı; zira millet-i hakime olan İslam milletinin hükümranlık alanı hukuken ve siyaseten sınırlanmış oluyordu. Bu proje siyaseten yürü(ye)medi. Monarşilerde de çare tükenmez! Siyasi koşullar müsait olmaktan çıkınca yerini İslamcılık projesi aldı. Devlet-i aliyye en azından imparatorluğun farklı ırklara mensup olan müslüman unsurlarını bir arada tutmayı amaçlayan bu yeni siyasete bütün gücüyle işlerlik kazandırmaya çalıştı. Bu politika Sultan-Halife II. Abdülhamid döneminde zirveye çıktı, II: Meşrutiyet`le birlikte reel-politik açısından geçerliliğini kaybetmeye başladı. I. Dünya Harbi sonrasında ise İslamcılıktan siyasi olmaktan ziyade, askeri (psikolojik) bir imkan olarak yararlanıldı. Şimdi tekrar 1904`e dönelim ve Yusuf Akçura`ya kulak verelim: — `Millet-i Osmaniye ihdası siyaseti ciddi olarak Mahmud-ı Sani zamanında doğdu. (...) Millet-i Osmaniye siyasetinin adem-i muvaffakiyeti üzerine İslamiyet politikası meydan aldı. Avrupalıların Panislamizm dedikleri bu fikir, son zamanlarda Genç Osmanlılık`tan, yani Osmanlı milleti teşkili siyasetine kısmen iştirak eden fırkadan doğdu. (...) Padişah`ın siyaset-i hazırası [1904], şu tahavvülden sonraki Genç Osmanlı efkarıyla büyük bir müşabehet gösterir. (...) Irk üzerine müstenid bir Türk milliyet-i siyasiyesi husule getirmek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı devletinde, gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu fikrin mevcud olduğunu zannetmiyorum.` Türkçülüğün gerçekten de fiilen meydan-ı siyasette boy göstermesi II. Meşrutiyet dönemine rastlar. 1913`ten sonra ise kaçınılmaz bir siyasi seçenek haline gelmiş ve fakat bir süre (bilhassa Alman Genelkurmayının ısrarıyla) İslamcılıkla birlikte yürütülen müşterek bir siyasetin parçası olmaktan kurtulamamıştır. İngilizlere karşı İttihad-ı İslam, Ruslara karşı ise İttihad-ı Etrak... Bu iki siyaset I. Dünya Harbi`nde Osmanlı devletinin propaganda faaliyetlerinin yegane muharrik gücüydü... Hem Türk Yurdu, hem Sebilürreşad.... hem Akçuralar, Ağaoğulları, hem Akifler, Babanzadeler... VE hem Sarıkamış, hem Kanal Seferi... İslamcılık ve Türkçülük siyasetlerinden hangisinin daha yararlı ve uygulanabilir nitelikte olduğuna ilişkin Akçura`nın şu sorusu, böylelikle karşılığını bulmuş oluyordu: — `Hülasa, öteden beri zihnimi işgal edip de kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor: Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Devlet-i Osmaniye için daha nafi ve kabil-i tatbiktir?` Görüldüğü üzere imparatorluğun sonlarına yaklaşıldığında genç bir münevver için `Osmanlılık`, `Müslümanlık` ve `Türklük` mefhumları sadece devletin beklentilerine cevap verecek `yararlı ve elverişli birer siyasi imkan/araç` olarak tanımlanıyordu. Bu savunma stratejisinin temel maksadı her ne pahasına olursa olsun öncelikle ittihad (birlik ve beraberlik) idi: en başta müslim, gayr-ı müslim bütün anasır-ı Osmaniyenin ittihadı... olmadı, Türk, Kürt, Laz, Arap, Çerkes bütün anasır-ı İslamiyenin ittihadı.... o da olmadı, Oğuz, Tatar, Kazak, Kırgız, Özbek bütün anasır-ı etrakın ittihadı... Yalnız bir hususu akıldan çıkarmamak gerekir: Bu üç tarz-ı siyasetin üçü de Garplılaşma yanlısıydı. Bugün de öyle değil mi? 2006 DÜCANE CÜNDİOĞLU

Türkçülük, Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset



Yusuf Akçura, Hayatı, Eserleri ve Etkileri




GİRİŞ
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte Tanzimatla birlikte başlayan ve günümüze kadar süregelen fikir akımlarının büyük önemi vardır. Bu fikir akımları sonradan ortaya çıkan oluşumların temellerimi atmışlardır.

Türkçülük fikri de bu akımlardan biridir. Türkçülük fikrini bilimsel bir temelde ilk olarak ele alan bilim adamı ise Yusuf Akçura'dır. Bu çalışmada, Yusuf Akçura'nın hayatı, etkilendiği ortamlar ve fikirlerinin gelişimi ele alınacaktır.

1-DOĞDUĞU ORTAM, RUSYA'DA TÜRKLERİN DURUMU VE TATARLAR

Yusuf Akçura, Türk Ocakları tarafından yayınlanan "Türk Yılı 1928" adlı eserin "Türkçülük" bölümünde kendi ailesi hakkında şu bilgileri vermektedir. 1

"Akçura ailesi; Şimal Türklüğünün kadim ailelerindendir. Bütün aristokrat aileler gibi, Akçuraoğulları da baba ve dedelerini dörtyüz yıl evveline kadar bilmem kaç göbek sayar durular. Yusuf un babası, büyücek bir çuha fabrikası sahibi oldukça zengin Hasan Bey adlı bir fabrikatör idi. Anası, Kazan'ın en maruf bir burjuva ailesi olan Yunusoğullarından Bibi Kamer Banu Hanım'dır. Yusuf 1879 senesi Kanun-u Evveli'nin (Aralık) ikinci günü Volga sahilindeki Simbir (elyevm Olyanovski) şehrinde tevellüd etti. Yusuf henüz iki yaşında iken babasını kaybetti ve yedi yaşını ikmal etmeden anasıyla beraber İstanbul'a geldi."

O, ilk Akçura'nın Kırım'dan Kazan'a göç ettiğini büyük amcasından duymuş ancak bunun doğruluğunu tespit edememiştir.2

Akçura'nın mensup olduğu Volga Tatarları, Rus egemenliği altında yaşayan Müslümanlar arasında en iyi durumda olanlardı. Bir yabancı yazar buradaki Tatarların Rusların dinsel engellerle giremedikleri Orta Asya ile Batı arasındaki ticarete aracılık ettiklerini böylece zengin bir tüccar sınıf meydana getirdiklerini belirttikten sonra şöyle yazıyor:'3
























Tatarların bu konumu, Rumların Osmanlı İmparatorluğu'nda oynadığı rolü hatırlatıyordu. Ortodoksların bünyesindeki Rumlar gibi Tatarlar da Rusya Müslümanlarının bünyesinde kültürel ve ekonomik bakımdan seçkin bir kesimi oluşturuyorlardı. Yine onlar gibi, Doğu Batı ticaretindeki rollerinden dolayı, yüksek bir gelişme düzeyi elde etmişlerdi. Rum burjuvazisi papaz ve tüccarlarını Balkanlara nasıl gönderdiyse, tatar din adamları ve tüccarları da Rusya ve Türkistan'daki Müslüman toplulukların arasına öyle yayılmışlardı.

Rusya'da mensup olduğu ailesinin toplumsal düzeyi, yapısı ve mevkii İstanbul'a göç eden Yusuf Akçura'nın tüm düşünsel davranışlarını etkilemiştir. Rusya'da azınlık durumunda fakat zengin bir aileye mensup olan Akçura, Türkiye'de o durumda olan unsurlarla, çoğunluğa mensup fakat fakir ve geri kalınış bir milletin üyesi olarak karşı karşıya gelmiştir. Bu durum onun olaylara, Türkiye'de yetişmiş aydınlardan daha gerçekçi bir yaklaşımı sergilemesine neden olmuştur. Akçura'nın bu özelliği onun bütün Türk dünyasını kucaklayan bir Türkçülük anlayışını geliştirmesinin de en büyük etken id ir.

2-İSTANBUL'A GELİŞİ VE BURADAKİ YAŞAMI

Akçura'nın babası öldükten sonra annesinin de sağlığı bozulmuş, bu arada mali durumları da kötüye gitmiştir. Hem mallarına haciz konulması hem de annesinin sağlığı nedeniyle Rusya içinde birkaç şehir gezmişler sonra da İstanbul'a yerleşmişlerdir. Burada okula başlayan Akçura'nın annesi Dağıstanlı Osman Bey ile evlenmiştir. Osman Bey Akçura'nın tahsiliyle yakından ilgilenmiş ve O'nu askerî okula gitmeye teşvik etmiştir.4

Akçura'nın hatıra defterine göre askerî rüştiyenin üçüncü sınıfında iken annesi ile birlikte baba yurdu Kazan'ı ziyarete gitmiştir. Bu seyahatte İstanbul ile Kazan arasındaki medeniyet ve ümran farkı dikkatini çekmiştir. Rusların İstanbul'u berbat ve çamur deryası diye tahkir etmelerine kızmakla birlikte İstanbul'un bağımsız bir Türk şehri olmasına rağmen Rus yönetiminde bir şehirden geride olmasından üzüntü duymaktan kendisini alama­mıştır.5

Akçura kendisinin biraz şuurlu milliyetçiliğinin Harbiye'de tahsil ya­parken başladığını yazıyor. Yunan Harbi'nin hemen öncesine rastlayan bu dönemde Necip Asım'ın, Veled Çelebi'nin, Bursalı Tahir Bey'in Türkçülüğe ait yazıları yayınlanmakta ve Gaspıralı İsmail Bey'in "Tercüman"ı bir ara İstanbul'da dağıtılmaktaydı. Bu eserler Akçura'nın fıkrî gelişiminin temellerini atmışlardır.6

Akçura'nın Türkçülük fikirleri daha başından beri bütün Türkleri kapsamaktaydı. 1897'de Erkan-ı Harbiye sınıflarına ayrılan Akçura aynı yıl ilk makalesini "Malumat" dergisinde yayınladı. "Şehabettin Hazret" adlı bu makalesinde Kuzey Türklüğünün en ünlü kişilerinden ve Kuzey'de dinî yenilik ve millî uyanış hareketinin ilk liderlerinden Şehabettin Mercani'nin düşünce ve çalışmalarını aynı zamanda da Kuzey Türklüğünün irfan seviyesini, fikri hareketlerini Güneyli Türklere anlatmak istemişti. Amacı Rusya Türkleri ile Osmanlı Türklerini tanıştırabilmekti.7

Akçura, Harbiye'nin ikinci sınıfındayken Genç Türk'lük düşüncesine katılıp hizmet ettiği gerekçesiyle 45 gün mahkum olmuştu. Hapisten çıkıştan sonra bir hareketi daha görülürse okuldan atılacağı söylenmiş ve Erkan-ı Harbiye sınıfına ayrıldıktan birkaç ay sonra Taşkışla Divan-ı Harbi'nde yargılanmıştır. Mahkeme hiçbir sebep yokken Akçura ve arkadaşı Hikmet Vefık Bey'i askerlikten uzaklaştırdı. Aynı zamanda Akçura'yı müebbet olarak Fizan'a sürgün etti.

3-TRABLUSGARP'DAN FRANSA'YA KAÇIŞ VE BURADAKİ FAALİYETLERİ

Fizan'a sürgün edilmek için Trablusgarp'a gelenler Akçura ile beraber 84 kişiydiler. Bunların yol masraflarını karşılayacak para bulamadığından Trablusgarp'ta hapsedilmelerine karar verildi. Daha sonra şehir içinde kalmak koşuluyla serbest bırakıldı ve bazı resmi görevler aldı. Buradan arkadaşı Ferit Bey'le birlikte bir kayığa binerek Fransa'ya kaçtı.

1899 yılında Fransa'ya gelen Akçura'nııı Türkçülük fikirleri burada olgunlaşmıştır. Paris'te ilk görüştüğü Türk mültecilerinden eski bir Jön Türk olan Dr. Şerafettin Mağmumi kendisine Osmanlıcılık fikrinin çöktüğünü, çeşitli unsurların anlaşmasını sağlamanın olanaksız olduğunu, Türk milliyetçiliğinden başka çıkar yol bulunmadığını izah eder. Mağmumi, Batılıların Doğu ve Türk düşmanlığından, dillerinde doladıkları adalet ve insaniyet sözlerine inanmanın tam bir ahmaklık olacağından ve bütün bu hakikatleri Paris'teki hayat ve gözlemlerinin ona telkin ettiğinden bahseder. Akçura bu telkinlerin kendisinde büyük izler ve tesirler bıraktığını söyler.8

Paris'te Ahmet Rıza'nın Osmanlıcılığını, Mizancı Murat'ın İslâmcılığını ve Prens Sebahattin'in Adem-i Merkeziyetçiliğini Mağmumi'nin telkinleri doğrultusunda incelemek fırsatı bulmuştur.

Niyazi Berkes, Yusuf Akçura'nııı fikirlerindeki gelişmeyi şöyle dile getiriyor: "Bu üç hizip arasında, çocukluğunda Rusya'dan gelmiş olan bir subaylık öğrencisi iken sürüldüğü Tripoli (Trablus)'dan Fransa'ya geçen, üçlerin en genci Sebahattin'den bir yaş büyük olan Akçuraoğlu Yusuf adlı bir genç vardı. İlhamını Augııste Comte'den, Le Play'den değil, Science Politique okulunda devamı ettiği Albert Sorel, Emile Boutmy ve Frıunck Brentano gibi tarih ekonomi ve milliyetler sorunu konularıyla ilgilenen profesörlerden alıyordu. Murat gibi Kafkasya'dan değil, Çarlık İmparatorluğu'ndaki milliyetlerin ayrılma ya da özgürleşme davasını oranın devrimci akımlarıyla beraberleştiren bir gelenekten geliyordu."9

Gerçekten de Akçura Paris'te üç yıl süreyle devam ettiği Science Politique (Siyasal Bilgiler) okulunda ulus öğesinin tarihteki önemini anladı. Prusya bozgununun hemen ertesinde ve bu bozgunun öcünü alacak kadrolar yetiştirmek üzere tam milliyetçi bir şekilde donatılan bu okuldaki derslerde Albert Sorel ulus öğesinin önemi üzerinde ısrarla duruyordu.10

Akçura bu okulu bitirirken yaptığı tezinde "Osmanlı devletinin bu şekliyle korunmasının artık mümkün olmadığına karar vererek, milliyet fikirleri bu derece geliştikten sonra çeşitli unsurları bir araya toplayarak millet meydana getirmek mümkün değildir" diyordu.

Bu arada Ahınet Rıza'nın Şura-yı Ümmet ve Meşveret adlı gazetelerinde de yazıları çıkan Akçura, buralarda düşüncelerini tam olarak açıklayamamıştır.

4-FRANSA'DAN RUSYA'YA GİDİŞ VE RUSYA'DAKİ FAALİYETLERİ

1903 yılında Siyasal Bilgileri bitiren Akçura, Türkiye'ye dönmesi ya­sak olduğundan Rusya'ya doğduğu yere döndü ve amcasının evine yerleşti. Çok büyük tartışmalar yaratan ve üzerine kitaplar yazılan, Türkçülüğün ilk kez bilimsel izahının yapıldığı "Üç Tarz-ı Siyaset" adlı makalesini burada kaleme aldı.

Üç Tarz-ı Siyaset

Y. Akçura 1904 yılında yazdığı 32 sayfalık Üç Tarz-t Siyaset adlı ma­kalesini Mısır'da yayınlanan Türk Gazetesi'nin 23-34'üncü sayılarında Nisan-Mayıs 1904'te yayınladı. Türk Gazetesi bu makalenin yayınlanmasından birkaç ay evvel gazeteci Ali Kemal'in etrafında toplanan bir grup liberal tarafından Kahire'de yayınlanmaya başlamıştı.

Bu makalede üzerinde durulan ve uygulanabilirlikleri tartışılan ana ko­nular şunlardır:
1 .Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek,
2. İslâmcılığa dayanan bir devlet yapısı kurmak,
3. Iraka dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmek.

Her biri Osmanlı Devleti'ni kurtarma yolu olarak görülen bu konuları şöyle irdeliyor.11

Osmanlıcılık: Bu fikrin amacı yeni bir Osmanlı milleti oluşturmaktır.

Osmanlı devleti'nin devamı için bu iş başarılabilirse elbette çok yararlı olur. Bunun için cins, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin Osmanlı halkları haklar ve ödevler açısından eşit hale getirilecek, böylece ortak vatan kavramı etrafında Amerikan ulusu gibi bir Osmanlı ulusu oluşturulacaktır. Tek amacı sınırları korumak ve İmparatorluğu yaşatmaktır



Akçura, Osmanlılık fikrini hem sakıncalı hem de imkansız görmektir. O, sınırların korunmasını devlet için yeterli bir amaç görmemektedir İmparatorluk halkları örgütlenip bir halk haline geldiğinde devletin kurucusu ve yöneticisi Türkler eriyip gidecek, egemenlik Arap çoğunluğa geçecektir. Ayrıca, Osmanlı topluluklarının birbirleriyle kaynaşmak istemeyeceklerini de öne süren Akçura, dinsel, siyasal ve mezhepsel nedenlerle bütün Avrupa'nın buna engel olmak için çalışacağını söyleyerek Osmanlı milleti meydana getirmeye uğraşmanın boşa yorulmak olduğuna kanaat getirecektir.

İslamcılık: Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine İslamiyet politikası meydan aldı diyen Akçura, İslamcılık siyasetinin Dünyadaki Müslümanlardan bir İslam birliği meydana getirmek amacı ve eylemi olduğunu söylüyor. Avrupalı yazarların Panislamizm dediği bu fikir Osmanlılık fikrinin zayıflamasıyla Abdülaziz zamanında başlamış olup,Abdülhamit zamanında fikirden eyleme geçmiştir. Bu dönemde Müslüman memleketlerinde geniş bir Panislamist propagandaya girilmiştir.

Akçura, bu politikanın güçlüklerini anlatırken şunları göz önüne alır: Önce Tanzimat'ın Osmanlı toplulukları arasında yaymayı amaç tuttuğu siyasal ve hukuksal eşitlik artık söz konusu olmayacaktır. Hatta Türkler arasında bile mezhepsel, dinsel çatışmalar çoğalabilecektir. Müslüman ülkelerin çoğunun idaresini ellerinde tutan batılı devletler de bu tasarının gerçekleşmesine izin vermeyeceklerdir. Ancak bu politikanın olumlu yanları da vardır. Onlar da, Osmanlı memleketlerinde din esasına dayalı güçlü bir Müslüman birliği kurulacağı, Dünyadaki Müslümanların Halife'nin etrafında toplanmaları için sağlam bir zemin hazırlanacağı idi. Bu arada İslam'da din ile devletin bir bütün olarak kabul edilmiş olmasını, Kur'na'ın anayasa niteliği taşımasını, halifenin Müslümanlarca imam kabul edilmekte olmasını, İslamcılığı kolaylaştırıcı etkenler olarak görmektedir. Ancak dış engelleri çok kuvvetli gören Akçura bu siyasete, İslam tebaya sahip büyük devletlerin, İslam ülkeleri üzerindeki etkilerini kullanarak engel olacaklarını söylüyor.

Türkçülük: Bu siyasetin uygulaması, önce Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türklerin, Türk olmadıkları halde az çok Türkleşmiş olanların ve ulusal cicdandasn yoksun olanların bilinçlendirilmesi ve Türkleştirilmesi ile başlayacaktır. Asıl fayda Asya ile Doğu Avrupa2da yayılmış olan Türklerin birleştirilmesi sonucu meydana gelecek azametli bir siyasal milliyetin elde edilmesiyle sağlanacaktır. Türkçülük fikrinin uygulanmasında Osmanlı Devleti japonya'nın sarı ırk için oynadığı rolü oynayacak ve liderlik edecektir.

Bu siyasetin engelleri ise şunlardır: Önce Osmanlı Devleti'nde Müslüman olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesine imkan olmayan topluluklar Osmanlı Devleti'nden ayrılmak isteyeceklerdir. Büyük bir Türk nüfusa sahip olan Rusya'nın da bu siyasete engel olmak isteyeceği kesindir. Ancak Türkçülüğün harici engelleri İslamcılığa göre daha azdır.

Sonuç olarak Akçura, Osmanlıcılığı uygulanması imkansız bir siyaset olarak gösteriyor. İslamcılık ve Türkçülüğü ise, eşit denebilecek yarar ve zararlara sahip olarak niteliyor. Makalesini şöyle bitiriyor:

''Hülasa öteden beri zihnimi işgal edip de kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor: Müslümanlık, Türklük siyasetlerinsen hangisi Osmanlı Devleti için daha yaralı ve kabil-i tatbiktir.''12

Yusuf Akçura bu makalesiyle yüzyılın ilk yarılarında İstanbul'da Mekteb-i Tıbbiye öğrencileri arasında etkili olmaya başlaysan Türkçülüğü sistematik olarak ilk kez ortaya koydu. 13 Bu nedenle ''Üç Tarz-ı Siyaset'' Türkçülüğün manifestosu kabul edilmektedir .

Rusya'daki Siyasî Faaliyetleri

Y. Akçura'nın Rusya'da bulunduğu yıllar Türkçülük fikrinin buralarda yayılmasına müsait bir ortama sahipti. Rus-Japon Savaşı ve onu takip eden 1905 ihtilâli ve Rus meşrutiyetinin ilanı sırasında Akçura Rusya'da idi. Burada uygun zemin bulmuş olan Türkçülüğü yaymak amacıyla Kazan'da tarih, coğrafya ve Osmanlı-Türk edebiyatı öğretmenliği yaptı. "Kazan Muhbiri" adlı bir gazete çıkarmaya başladı. Gaspıralı İsmail Bey, Ali Merdan Bey, Abdürreşit Kadı ibrahimof gibi Türkçülerle birlikte 1905'te "Rusya Müslümanları İttifakı" adında büyük bir parti kurdu. Bu partinin merkez idare heyeti üyeliğine ve umumî katipliğine seçildi.

Bu parti ile vicdan hürriyeti, hukuk eşitliği ve kültürel gelişmeye müsait bir ortam için mücadele eden Akçura birinci seçimlerde Rus meclisi Duma'ya Kuzey Türklerinin girmelerini sağladı. Bu arada tutuklanarak seçimler bitene kadar hapiste tutuldu. Akçura Türkiye'ye geldiği 1908 yılına kadar siyaset ve kültür çalışmalarına devam etti.

1906'da toplanan İttifak'ın üçüncü kongresinde, genel sekreter olarak görev yaptı ve Türkçülüğün gelişmesi için aynı zamanda Rusya'da bulunan Türkler arasındaki ayrılıkların giderilmesi için önemli kararlar almasını sağladı.

1907'de Rusya'da katı yönetim tekrar başlayıp meclis dağıtılıp, kanun­lar Rus olmayanlar aleyhine değiştirilince buna karşı yayın yapan Akçura takibata uğradı. Kendisi tevkif edilmek için arandığı sırada Osmanlı Devletinde II. Meşrutiyetin ilan edildiğini öğrenince işlerini tasfiye ederek Ekim 1908'de İstanbul�a geldi.14

5-TÜRKİYE'YE DÖNÜŞ VE TÜRKİYE'DEKİ FAALİYETLERİ

Y. Akçura İstanbul'a döner dönmez, Türkçü çalışmalarına aynı hızla devam etti. Aralarında Ahmet Mithat, Emrullah Efendi, Necip Asım, Bursalı Fuat Raif, Feylesof Rıza Teyfik ve Ahmet Ferit (Tek) gibi şahısların bulunduğu kişilerle 25 Aralık 1908'de Türk Derneği'ni kurdular.15

1909-1910 sıralarında Sırat-ı Müstakim adlı bir dergide yazılarını ya­yınlamaya başladı. Ömrü kısa olan Türk Derneği'nin yerine 18 Ağustos 1911'de Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali, Doktor Akil Muhtar ile birlikte "Türk Yurdu" adlı bir dernek kurdu. Bu derneğin yayın organı olarak da "Türk Yurdu Dergisi"ni çıkarmaya başladı. Bu dergi Akçura'nın idaresinde tam 17 yıl yayın hayatında kalacaktır. Akçura, 1912'de açılan Türk Ocağı'nın kuruluşuna da aktif olarak katıldı.

1916 yılında "Rusya Mahkumu Müslüman Türk-Tatarların Hukukunu Müdafaa Cemiyeti" adlı büyük bir siyasi örgüt kurdu. Bu örgüt Avrupa'nın çeşitli kentlerinde konferanslar verip yöneticilerle temasa geçerek Rusya'daki Türklerin haklarını dile getiriyordu. Akçura'nın buradaki konferansları bir muhtıra şeklinde Fransızca ve Almanca olarak yayınlandı. İsveç, Danimarka, Norveç, İsviçre ve ABD gibi o tarihlerde tarafsız olan ülkelere de Rusya'daki Türklerin durumunu anlatan ve yardım isteyen muhtıralar yolladı.16

191 8 yılında Hilal-i Ahmer temsilcisi olarak Rusya'daki Türk esirlerini kurtarmak için görüşmelerde bulunmak üzere Rusya'ya gitti ve bir yıl kadar burada kaldı. 1919'da yenilmiş ve işgale uğramış Türkiye'ye dönen Akçura, Ekim 1919'da Ahmet Ferit'in kurduğu "Milli Türk Fırkası"na katıldı. 1919 sonunda İngilizler tarafından hapsedildi. 1920'de hapisten çıkınca Selma Hanım ile evlenerek karıkoca Millî Mücadele'ye katılmak üzere Anadolu'ya geçtiler. Burada Dışişleri Bakanlığında Genel Müdür olarak görev yaptı. 1923'te İstanbul milletvekili seçildi. Osmanlı Dönemi'nde İttihat ve Terakki ile organik bağları olmasını istemeyen ve Cemiyete üye olmayan Akçura, Cumhuriyet döneminde Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan milletvekili olmayı kabul etmiştir.

1925'te açılan Ankara Hukuk Mektebi'nde siyasî tarih hocalığına baş­lamış, 1931'de Atatürk tarafından Türk Tarih Kurumu'nu kurmakla görevli bilim adamları arasında yer almış ve 1932'de buranın başına getirilmiştir. 1933 Üniversite Reformundan sonra İstanbul Üniversitesi'nde Siyasi Tarih profesörlüğü de yaptı.

1934'te sağlığı bozulan Akçura 11 Mart 1935'te Kars Milletvekili iken kalp krizi geçirerek öldü.

SONUÇ

Yusuf Akçura ömrü boyunca Türkçülük fikrine sadık kalmıştır. Sosya­list fikirleri de yakından tanıyan bir insan olarak, bu fikirleri Türkçülük fikriyle bağdaştırmaya çalıştı. Akçura'nın Türkçülüğü, Balkanlardan Çin'e kadar çeşitli ülkeleri kapsamaktadır. Osmanlı Devleti ise Türk Dünyası'nın ancak bir parçasıdır.

Akçura tarih araştırmalarında faydacılığa taraftardır. Birinci Türk Tarih Kongresi'nde sunduğu tebliğde "Tarih mücerret bir ilim değildir. Tarih hayat içindir; Tarih milletlerin, kavimlerin varlıklarını muhafaza etmek, kuvvetlerini inkişaf ettirmek içindir" demiştir.17

Akçura ölümünden sonra neredeyse unutulmuştur. Onun Türk tarihçile­ri tarafından dışlanmasını Ercümend Kuran şöyle yorumluyor:

"Bu durumu izah etmek kolaydır: Akçura Moğol İmparatorluğu'nu yüceltmiş ve Cengiz Han'ı Türk saymıştır. Ayrıca Türk tarihinin gelişmesin­de İslamiyet'e tali derecede yer vermiştir. Son olarak o sosyalizme yatkındı. Türk tarihçilerinin çoğunun 1940'lardan sonra Moğolları Türk kabul etmemeleri, Türk-İslâm sentezine yönelmeleri ve sosyalizme cephe almaları milliyetçi çevrelerin Akçura'yı ihmal etmelerine sebep olmuştur. Üstelik Akçura'nııı Ziya Gökalp'in muasırı olması onun için bir talihsizlik teşkil etmiştir. Çünkü o Gökalp'teıı bilgili olduğu halde, Gökalp'in terkip kabiliyetine sahip bulunmuyordu. Gökalp'in ülkücülüğü Türk aydınlarının psikolojisine daha uygun düşüyor adeta büyülüyordu."18

Y. Akçura'nın Türkçülük, Türk tarihi ve Türk fikir hareketine katkılarını şu ana başlıklar altında gruplandırabiliriz.

- Üç Tarz-ı Siyaset" adlı makalesiyle Türkçülüğü ilk defa bir siyaset şekli olarak ortaya koyması,
- Türkçülüğü bir bütün olarak görmesi ve bunu sürekli savunması,
- Türk milliyetçiliğinin teşkilatlanmasında kurduğu dernek ve yazılar­la oynadığı rol,
- Rusya'daki Türklerin bilinçlenmesi ve örgütlenmesi konusunda ö­nemli rol oynaması,
- Türk Yurdu Dergisiyle Türkçülük konusunda yaptığı çalışmalar,
- Türkçülüğün tarihini yazan ilk araştırmacı olması (Türk Yılı 1928 adlı eseri bu konuda tektir),
- Nihayet Türk Tarih Kurumu ve buradaki hizmetleri.

Yusuf Akçura'nın "Bütüncü Türkçü" görüşlerinin Rus egemenliğinde yaşayan Türk devletlerinin bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla yeniden güncel hale geldiği kanısındayız.

DİPNOTLAR
* Atatürk Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Uzmanı. Ankara-TÜRKİYE.

1 Yusuf Akçura, �Türkçülük�, Türk Yılı 1928, Türk Ocakları Merkez Heyeti Yayını, İstanbııl 192R. s.396.
2 Muharreın Fevzi Togay, Yusuf Akçura Hayatı ve Eseri, Hüsnütabiat Basımevi, İstanbul 1944. s.19.
3 François Georgeon, Türk Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri-Yusuf Akçura (1876-l935 Çev: Alev Er, Yurt Yayınları: 13. Ankara 1986, s.13.
4 Togay, y.a.g.e.. s.25.
5 A.g.e., s. 27-28.
6 Akçura,y,.a.g.e.. s. 396.
7 A.g.e., s.396-398. Georgeon,y.a.g.e.. s. 25.
8 Akçura, y.a.g e.. s. 399.
9 Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul 1978. s. 392.
11 Georgeon, y.a.g.e., s 34.
12 A.g.e..s.36.
13 Georgeon y.a.g.e..s.43-44
14 Akçura, "Türkçülük", y.a.g.e.. s. 408-412.
15 Nadir Devleti "Yıısııf Akçura'nın Hayatı 1876-1935". Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 19A7, s 27.
16 A.g.e., s. 30; Türk Yurdu. IX. Sayı: 9, 1331. s. 2884 vd.
17 Ercüınend Kuran, "Yusuf Akçura�nın Tarihçiliği", Ölümünün Ellinci Yılında... y.a.g.e.. s. 48; Y. Akçura, "Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair'', Birinci Türk Tarih Kongresi, Konferanslar, Münakaşalar, Maarif Vekaleti Yayını. İstanbul 1932, s. 605.
18 Kuran, y.a.g.e.. s.48-49.




Dilde, fikirde, işte birlik !


Modern Türk Düşüncesinde 'Cedidci' Geleneğin Etkisi





Her milletin kendine has bir modernleşme doktrini ve buna bağlı olarak gelişen metodu vardır. Batı toplumları genelde modernleşme süreçlerini ortak bir düzlem üzerinde birbirlerine paralel olarak gerçekleştirmişlerdir. Çünkü Batı dünyasını şekillendiren kültürel-siyasal-felsefi kök antık Roma, Anglosakson ve Alman tarihine yaslanmaktadır. Bati ve Dünya tarihininde en büyük aydınlanma hareketi olan reform-ronesans süreci bu toplumların hepsini birlikte etkilemiş ve yeni toplumsal düzen küçük ayrıntılar dışında bu toplumların hepsinde benzer sonuçlar doğurmuştur. Bati aydınlanması ve modernleşmesinin; felsefi temelleri Almanya'da, siyasal temelleri Fransa'da ve endüstriyel temelleri de İngiltere'de atılmıştır. Batıda bugün ulaşılan toplumsal sistemin temelleri; din devlet ilişkisinin yerli yerine oturtulması, bilimsel gelişmelerin hızla üretim sürecine sokulması ve protestan ahlakının egemen kılınması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu süreç günümüzün modern ulus devletlerini inşa etmiştir. Batıdaki modernleşme hareketleri başlangıçta milliyetçi bir doktrine dayanmamaktadır. Daha çok din devlet ekseninde ve sonralarıda sınıf temelinde ekonomik mücadelelere dayanmaktadır. Ancak 19 y.y. Alman İngiliz rekabetinin kızışması ve dünya hammadde kaynaklarının paylaşılması için girişilen amansız mücadele I ve II dünya savaşlarına yol açmıştır. Ve Avrupa'nın başına büyük dertler açan marazi milliyetçilik olan Faşizm-Nazizmin doğmasına yol açmıştır.
Avrupa'yı bu belalardan Atlantik'in ötesinde yeni yükselen medeniyet, ABD kurtarmıştır.
Kısaca esasa itibariyle bugünkü Avrupa medeniyeti ve toplumsal düzeni II dünya savaşı akabinde Avrupa'nın bütünüyle demokratikleşmesi ile kurulmuştur.
Batı bu şekilde bir modernleşme sürecinden geçerken esas konumuz olan Türk halkları arasında da çeşitli modernleşme doktrinleri 19 y.y. ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Batıdan farklı olarak bizdeki modernleşme doktrinleri iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Belki de bu nedenle tam anlamıyla başarılı sonuçlar alınamamıştır. Ya tam anlamıyla bir taklit etme ve Batıya benzeme şeklinde jakoben bir modernleşme doktrini model olarak benimsenmiş ya da yazımızın başlığında yer alan "ceditçilik" gibi dış güvenlik ve bağımsızlık ülküsü çerçevesinde doğan jeostratejik politik durumdan kaynaklanmıştır.
İlkine Jön Türkler iyi bir örnektir. Avrupa modernleşmesinin siyasal başkenti olan Fransa'da eğitim gören bir kısım aydınlar Fransa'nın önemli siyasal akım olan jakobenlerden etkilenmisler ve Türkiye'de jakoben bir modernleşme projesi hayata geçirmeye çalışmışlardır. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında bu jakoben gelenek son derece etkili olmuş ve toplumun genelinde rahatsizlik yaratan bazı devrimler bu anlayış sayesinde gerçekleştirilmiştir. Bağımsız Türk Cumhuriyeti Orta ve Kuzey Asya kökenli Türkçü cedid aydınlanma doktrininden de yararlanmış ve adeta bu iki modernleşme projesinin karmasından şekillenerek kurulmuştur. Ancak cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ceditçi gelenekten uzaklaşılarak jakoben jön Türk'çü geleneğe göre şekillendirilen bir toplumsal formasyon görüyoruz. Bu süreçte cedidçi aydınlanma felsefesi resmi ideolojiden bağımsız olarak şekillenen muhalif Türkçü-milliyetçi bir doktrine dönüştüğünü yada bu hareket içinde temsil edildiğini görmekteyiz. 1944'lerden itibaren hızlı bir şekilde resmi ideolojiden ayrı bir Türkçülük ve milliyetçilik hareketi gelişmiştir. Bu bağlamda cedidçi aydınlanma doktrininin ne olduğunu ve Türk milliyetçiliğini nasıl şekillendirdiğini incelememiz gerekiyor. Cedid Terakkiperverler Tudesi Nizamnamesi" başlığı altında cedidci aydınlanma geleneğinin temel ilkelerinin özetini şöyledir;
-Milli kültüre dayalı bağımsız ve hür bir millet olarak yaşamak hayatın esasıdır. Bu bütün milletlerin idealidir.
-Bizim maksadımız Türkistan'ın müstakil ve hükümetin milli olmasıdır.
-Milliyet, dil, anane, edebiyat ve adat birliğine ihtiyaç vardır.
-Hur Türkistan'da devletin şekil ve idaresi cumhuriyet olup, hakimiyetin kaynağı demokratik usullerce seçilen Millet meclisi, vilayet ve şehirlerde ki meclislerdir.
-Türkistan'daki Türk olmayan unsurlar medeni muhtariyetin hukukundan istifade ederler.
-Memlekette vicdan hürriyeti tam olur. Dini ayinlerin icrası hür bir şekilde devlet himayesinde gerçekleştirilir. Memlekette ecnebi misyonerlerin faaliyetlerine müsaade edilmez.
-Basın ve neşriyat hürriyeti ve şahsi hürriyetler devletin anayasası ile teminat altına alınır.
-Memlekette esas vergi kazançtan alınır. Miras üzerinden de kazanç nispetinde vergi alınır. Türkistan'da eski zamanlardan kalmış ortaçağ vergileri lağvedilir.
-Türkistan'daki en önemli sorun göçmen kabilelerin yerleşik hayata geçirilmesi sorunudur. Bu mesele büyük nehirler etrafında tarım arazileri açmakla hallolunur.
-Türkistan'a Türk ırkından olan kavimlerden ve Müslümanlardan başka muhacir getirilemez.
-Türkistan'da işçi meselesi milli sanayiinin kurulmasıyla çözülür.Amelelerin çalışma şartları, iş saati, küçüklerin ve kadınların çalışması ve hizmetlerin muhafaza edilmesi ve sigorta gibi meseleler ise Avrupalılar gibi modern milletlerin usulleri ile düzenlenir.
-Modern bir hukuk düzeni ile kişilerin din, dil ve ırk ayrımına bakılmaksızın tarafsız ve bağımsız bir yargı sistemi kurulacaktır.
Yukarıda özetlediğimiz ve 19 maddeden oluşan cedid nizamnamesinin son maddesi ise şudur; "Kadım bir medeniyetin ocağı olan Türkistan'da asırlardan beri kerakum edip gelen medeniyet eserlerinin muhafazasına ve bunların da yerli hars ve medeniyetin yükselmesine hizmet edecek bir şekle sokulmasına çalışır."
Yukarıda özetlediğimiz cedidçi aydınlanma doktrininin temel ilkelerini incelediğimizde 'modern bir devlet' ülküsü arayışı karşımıza çıkmaktadır. Cedidci'ler milli-demokratik bir modern devlet kurmak istiyorlardı. Bu devletin omurgasını oluşturmak için burjuvaya sınıfına oluşturmak istiyorlardı. Cedidçiler Orta ve Kuzey Asya Türkleri arasında yaygın olan ruhani ve feodal yapıları tasfiye etmek ve çağdaş bir toplum kurmak istiyorlardı. yarı göçebe bir toplum olan Asya Türklüğünde orta sınıflar yoktur. Bu nedenle bir modernleşme devrimini gerçekleştirecek sosyal altyapı oluşmamıştır. Cedidçiler milli bir burjuvazi yaratarak gelişmiş toplumların temel sosyal yapılarını oluşturan orta sınıfları güçlendirmek istiyorlardı. Bunun için büyük çaba göstermişlerdir.
Türkistan aydınlanma hareketi olan ve maalesef tamamlanamayan "cedid" doktrini modern, demokratik, laik, serbest piyasacı ve Turancı bir düşüncedir. Bu aydınlanma çabaları ile birlikte Bolşevik Rusya'sına karşı silahlı bir direniş başlatan Basmacılar hareketine rağmen Türkistan 70 yıl sürecek SSCB esaretine ve komünist toplum düzenine geçmek zorunda kalmıştır. Bu 70 yıl boyunca demir perde örülerek sosyal yapı dondurulmuştur. SSCB'nin yıkılışından sonra ise donmuş olan feodal gelenekler yeniden yeşermiş ve bunun neticesinde dekomünist-faşist kırması totaliter diktatorlukler egemen olmuştur.
Bolşevik işgalinden önce ve sonra bir çok cedidci ve Türkçü aydın Osmanlı devletine gelerek burada başlayan Türkçülük hareketine hem teorik hem de pratik çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda bu aydınların büyük ölçüde destekleri söz konusudur. Bu aydınların en önemlilerini incelemek yararlı olacaktır.
Modern zamanlarda Türk Milliyetçiliğinin en önemli düşünürü İsmail Gaspıralı, kaynağı da onun çıkardığı 'Tercüman' gazetesidir. (1883) Gazete Türklerin kendileri için geliştirdikleri değişik bir Arap alfabesi kullanmaktadır. Gaspırali İsmail öncelikle eğitim alanında olmak üzere çeşitli alanlarda getirdiği yeniliklerle Türk modernleşmesinin önünü açan adamdır. Rusya'da yayınlanan ilk Türkçe ve Türkçü gazete olan Tercüman'ın sloganı "Dilde, fikirde, işte birlik" sözü idi. Bu slogan Türk dünyası için bugün bile anlamını korumakta ve yol gösterici olmaktadır. Bir Kırım tatarı olan Gaspıralı İsmail'den sonra Kazan Tatarlarından olan Yusuf Akçuramodern Türkçülük cereyaninin en önemli ikinci ideologudur. Akçura Tatar burjuvazısının tanınmış ailelerinden olan Akçuralar'dandır.
Akçura Avrupa'da eğitim görmüş Tatarıstan'da öğretmenlik yapmış ve Türkçülüğe daha çok düşünce düzleminde katkılar sağlamış bir şahsiyettir. 19 y.y. Rusya'da kapitalizmin gelişmesiyle Orta Asya ticaretini ele geçiren ve hızla zenginleşen ve bir burjuva sınıfı ortaya çıkaran Tatarıstan cedid hareketine ve genel olaraktan Turancı harekete kaynaklık yapmıştır. Bu tip batı dünyasını yakından tanıyan cedidci ve Türkçü aydınların daha çok kuzey Asya Türklüğünden çıkması Tatar burjuvazısının ve oradaki eğitim düzeyinden kaynaklanmaktadır.Orta Asya'dan daha çok geleneksel formasyonlara sahip siyasi liderler çıkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Tatarlar'dan Yusuf Akçura milliyetçilik akımı içerisinde birinci derecede rol oynamış birisidir. Akçura, kültürel nitelik taşıyan Türkçülüğe siyasal boyut getirmiş ve "Pan Türkizmin yaratıcısı" olarak tanımlanmıştır.
Akçura'nın en önemli makalesi "Üç Tarz-ı Siyaset"tir. Bu makalesinde Pan Türkçülüğü önerir. Hostler'e göre bu makale Türk milliyetçi çevrelerinde, 1848 Komünist Manifestosu'nun Marksistler nezdinde oynadığı rolü oynamıştır.
Akçura bu makalesinde Türk birliği konusunda şunları söylemektedir:
"Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince; Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlarda Türkleştirilebilecekti",
Bu makalede Akçura, Türkçülük sayesinde Türk toplumlarının en güçlü ve en çağdaşı olan Osmanlı İmparatorluğunun en önemli rolü oynayacağını belirtmektedir, Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde dinlerin,ırkların hizmetine girmesi savunulurken; ırk kavramı Türk milliyetçiliğinin tek temeli olarak gösterilmiştir. Ayrıca bu makale ile Fransız ulus anlayışından uzaklaşılmış ve Alman ya da Slav ulus anlayışına geçiş ifade edilmiştir.
Akçura'nın ifade ettiği Türk birliği (Pan Türkçülük) 20. yüzyılın başlarında yeni bir düşünce ve kavramdır. Bu yıllarda Pan Türkçülük, Tatar burjuvazisi içinde ortaya çıkmıştır. Türkiye'de ise, Tıp Fakültesi'nde öğrenciler arasında yeni yeni belirmeye başlamıştır. Ancak Pan Türkçülüğün sistematik bir biçimde ortaya konması Üç Tarz-ı Siyaset makalesiyle olmuştur.
II. Meşrutiyet'ten sonra Türkiye'ye gelen Yusuf Akçura bütün ısrarlara rağmen İttihat ve Terakki içinde yeralmamış buna karşın Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin mümkün olduğu kadar bağımsız bir şekilde Pan Türkçülük çalışmasını sürdürmesi için çaba harcamış, o dönemde Ziya Gökalp'in milliyetçiliği, Osmanlı milliyetçiliği, ve muhafazakar milliyetçilik olduğu için Yusuf Akçura, İttihatçılar arasında onun gördüğü itibarı kazanamamış adeta "unutulan adam" olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise bu durumun aksine radikal modernleşmeci tavrıyla Akçura Ziya Gökalp'ten daha fazla ilgi görmüş ve Atatürk'ün en yakınında yer almıştır. Cumhuriyet döneminde çok kısa bir ömür yaşayan ziya Gökalp ise; hilafetin kaldırılmasına stratejik açıdan karşı çıkmış medreselerin kapatılmasına değil ıslah edilmesine taraftar olmuştur. Yanı Ziya Gökalp bugünkü anlamda bir muhafazakar kültür milliyetçiliği yapmıştır. Bu fikirlerini Türkçülüğün esasları, Türkleşmek İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserlerinde ifade etmiştir. Bu esrelerinde dine karşı son derece hoş görülü ve İslam dininin milli kimliğimizin oluşmasındaki katkılarından bolca örnekler vermiştir. Çocuklara dini duyguları sevdirmek için ilahiler yazmış ve güzel mesajlar vermiştir. Ziya Gökalp'in bu dinle bütünleşici yanında Yusuf Akçura çok daha laisistbir anlayışla dini tamamen millet oluşumuna yardımcı bir unsur olarak görmüştür. Bu sebeple Atatürk Yusuf Akçura'dan cumhuriyetin kurumsallaşması yönünde fazlasıyla yaralanmıştır.
Azerbaycan aydınlarının Türk modernleşmesine ve özgürlükçü Türkçülüğe yaptıkları katkılar ise küçümsenmeyecek derecede önemlidir. Bu Türkçü aydınlardan en önemli ikisi Hüseyinzade Ali Bey ve Ahmet Ağaoğlu'dur. Hüseyinzade Ali Bey İstanbul'a gelerek Ziya Gökalp ve arkadaşlarına Turancılık fikrini aşılayan düşünürdür. Ziya Gökalp'i etkileyen makalesinin adı; "bize hangi ilimler lazımdır" ismini taşımaktadır. Söz konusu makalesinde Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalılaşmak düşüncesini ileri sürmüştür. Ali bey İttihat ve Terakki partisinin kuruluşuna katılmış Türk siyasi hayatında çok önemli bir rol oynamıştır. Azerbaycan'li çok önemli bir düşünce adamı olan Ahmet Ağaoğlu ise başlı başına Türkiye'de demokrasi ve özgürlükler konusundaki fikirleri ve mücadelesi ile tarihe geçmiştir.
Ağaoğlu 1905 yılında Bakü'de "Fedaî" isimli bir dernek kurmuş, Ermenilerin Türkler' e uyguladığı baskıyı durdurmaya çalışmıştır. Ahmet Ağaoğlu 1908'de İstanbul'a gelmiş, İttihat ve Terakki Partisi'nde görev almış ve milletvekili seçilmiştir. Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin kurucusudur. Cumhuriyet döneminde de SerbestCumhuriyet Fırkası'nda görev almıştır. Ahmet Ağaoğlu, Türk milliyetçiliğinin siyasal niteliğe dönüştüğü 1911-1912 yıllarında Türklerin farklı farklı isimlerle parçalanmasının yanlışlığı ve nedenleri üzerinde durmuştur. Ona göre "mezhepler ihtilâfi" "siyasi infirak ve muhite esaret" ile "millî bilinç yokluğu" bu ayrılıkların ve parçalanmaların sebebidir.
II Meşrutiyet döneminde Ağaoğlu, dağılan Osmanlı imparatorluğu'nda milliyetçilik açısından en geç kalan Türklerin, varlıklarını sürdürebilmek için milli şuur kazanmalarının zorunlu olduğu görüşüne bağlanarak Türkçülük akımı içinde önemli bir yer edindi. Ziya Gökalp'in "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" biçimindekigörüşüne Türkçü ve çağdaşlaşmacı bir yaklaşımla destek verdi. Ağaoğlu için Türkçülük siyasal bir ideolojiden çok, ulusun kurtuluşunu sağlayacak birleşmenin temel kültürel harcı idi. İslamla milliyetçiliğin çelişmediği konusunda dönemin İslamcılarıyla tartışmalar yaptı. Serbest Fırka kendini feshedince eski partisi CHP'ye dönmedi. 1933 yılında Akanı gazetesini çıkardı ve CHP'ye muhalefet etti. Ve bu nedenle gazete kapatıldı. Ahmet Ağaoğlu cumhuriyet döneminde CHP içindeki jakobenlerle ve Kadro hareketini temsil eden özellikle Şevket Süreyya Aydemir'le giriştiği tartışmada batılı anlamda bir modern parlamenter sistemi savundu. Toptancı veoligarşık yaklaşımlara karşı, batılı anlamda birey özgürlüğünü ve serbest piyasa ekonomisini savundu. Hatta bir ütopya denemesi olan "serbest insanlar ülkesinde" adlı bir eser yazmıştır. Ağaoğlu'nun Türkçülük tarihi ve Türkiye demokrasisi açısından yeterli derecede incelenmemiş olması büyük bir eksikliktir. Türkçülük düşüncesine ve demokratik özgürlükçü rejime yaptığı katkı küçümsenmeyecek boyutlardadır.
Milliyetçilik aydınlanma sonrası Avrupa'sında; birkaç siyasetçinin programı yada birkaç aydının fantezisi olarak değil, sosyolojik gelişme gibi çok güçlü ve önüne geçilmez dinamiklerin eseri olarak ortaya çıkmıştır. Mesela şehirleşme bu dinamiklerin başında gelmektedir. Basın-yayının yaygınlaşması, eğitimin yaygınlaşması,milli burjuvazının ortaya çıkışı, bu dinamiklerin en önemlileri olarak sayılabilir.
Bizdeki yanlış inanışın aksine milliyetçiliğin ilk önce azınlıklarda başlamasının asıl sebebi milliyetçilikle bu sosyal bağ arasındaki ilişkidir. Çünkü sosyal bakımdan Osmanlı ülkesindeki azınlıklar daha gelişmiştir. Aynı şekilde cedidci Türkçülük akımının ilk önce İdil-Ural ve Tatarıstan bölgesinde ortaya çıkması ve yaygınlaşması bu bölge Türklerinin sosyal bakımdan diğer Türklere oranla daha gelişmiş olduğundan ve kısmen bir burjuva sınıfı oluşturdukları içindir.
Türk milliyetçiliği Batıdaki milliyetçilikler gibi tamamen sosyal dinamiklerle ortaya çıkmış değildir. Türk milliyetçiliğini iç dinamiklerden çok dış dinamikler belirlemiştir. Ama şurası Türk modernleşme tarihi açısından çok önemlidir; "Türk milliyetçiliği medreseden değil mektepten çıkmıştır" . Osmanlıdaki bu mektepli aydınlara Türkistan göçmeni yine mektepli aydınlarda eklenince Türk modernleşme süreci ve Türk milliyetçiliği düşüncesi ülkemizin hali hazırdaki en köklü felsefi temelleri olan düşünce geleneği haline gelmiştir.
Ziya Gökalp' Mümtaz Turhan başta olmak üzere bütün Türkçü düşünürler, Türk milliyetçiliğinin önündeki en önemli meseleyi, ülkede yüzyıllardır sürüp giden aydın-halk zıtlaşmasının giderilmesi ve hepsini kapsayan bir milli kültür, milli şuur oluşturulması olarak görmüşler, ayrıca bu bütünleşmenin ekonomik boyutunu araştırmışlardır.
Sanayileşmiş bir toplumun iktisatta korumacılık, kültürde millicilik yapması gereğini Türkiye'de ilk fark edenler milliyetçilerdir. Daha sonra dışa açılmanın serbest rekabetin önemini de ilk fark eden yine milliyetçi aydınlar olacaktır. Bu analitik düşünce geleneğinin nedeni Türk milliyetçiliğinin mektepten memlekete gelişmiş olması yanı sıra bilimsel metotlarla ülke sorunlarının irdelenmiş olmasıdır.Cedid hareketi ve modern Türk milliyetçiliği hareketi yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi esasında Avrupa'nın Reform ve Rönesans hareketlerine benzer bir biçimde Türk aydınlanma hareketidir. Türk modernleşme doktrini olan bu Türkçülük hareketi henüz tamamlanamamıştır. Bu hareketin tamamlanamamasının bir çok iç ve dişfaktörü vardır. Özellikle Atatürk'ten sonra, bu doktrin modernleşme sürecini tamamen bir üst yapı sorunu olarak ele almış ve tepeden inmeci jakoben bir anlayış devlete egemen olmuştur. Oysa Türk modernleşme tarihinde ve Atatürk'ün bu konuda en çok güven duyduğu düşünce adamlarından biri olan Yusuf Akçura modernleşmeyi aslında bir alt yapı sorunu olarak görmektedir. Bunu şöyle anlatıyor; "İktisadi uyanışın asıl en mühim ciheti, sanayi ve ticareti hor gören ve `Osmanlı Türküne layık meşgale ancak askerlikle memurluktur' diyen hatalı ve zararlı zihniyetin değişmesidir. Osmanlı, yalnız sipahi ve memurdur. Halbuki, zamanımız devletlerinin temeli burjuvazidir.Muasır büyük devletler, sanayici, tüccar ve bankacı burjuvaziye dayanarak teessüs etmiştir. Türk iktisadi uyanışı, Devlet-i Osmaniye'de Türk burjuvazisinin oluşmasının meydan-ı itibarı olabilir." Yusuf Akçura burada burjuvaziyi modern orta sınıf anlamında kullanıyor. Burada Yusuf Akçura sosyal dönüşüm olan modernleşmenin aslında bir iktisadi alt yapı sorunu olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. İktisaden geri kalmış üretim biçimini değiştirememiş toplumlarda modernleşme çabalarının güdük kalacağını belirtmeye çalışmaktadır.
Yusuf Akçura ve diğer cedidci ve Türkçü aydınlar, milliyetçiliği sadece hamaset, dil, tarih bilinci olarak değil, bunlardan daha ağırlıklı olarak da bir iktisadi modernleşme, başka milletlerle iktisadi rekabet anlamında algılamaları bu bilince sahip olmaları dikkat çekicidir. Akçura gibi Ziya Gökalp'de bürokratik köylü toplumundan bir orta sınıf toplumuna, pasif köylülükten kurtulmuş aktif, üretken bir Türk toplumuna geçmeyi hedef almışlardı. Ancak cumhuriyet yönetiminin ekseriyeti asker-bürokrat kökenli oldukları için milliyetçiliğin iktisadi niteliğinden ve bu bağlamdaki bir doğal modernleşmeden koparak jakoben modernleşmeciliği benimsediler. Bunun somut göstergesi tek parti iktidarı dönemi incelendiğinde görülür. Baskıcı bir şekilde topluma dayatılan modern yaşam tarzı sosyal yapıyı değiştirememiştir. Sadece küçük bir bürokratik azınlığı toplumun genelinden koparmış ve 'kültürel sınıflar' meydana getirmiştir. Sosyal bakımdan fonksiyonel bir orta sınıf olmadığından yapılan devrimler hayata intibak edememiş toplumsal dinamizm sağlanamamıştır. Resmi bir hamasetle yorgun düşen bürokrasiheyecanını kaybetmiş hantal bir devlet yapısı ortaya çıkmıştır. İdare edilenler ise bezgin ve yoksul köylü kitleleridir. Sonuç şudur; 1927 yılında nüfusumuzun %75,8'i köylüdür. Aradan 23 yıl geçip 1950 yılınagelindiğinde nüfusumuzun köylü oranı %75'tir!!! Modernleşmeci ve devrimci tek partinin 23 yılda yaptığı sosyal yapı değişikliği konusundaki başarı oranı %0,8 dır. Adeta bütün sosyal kesimler yerinde saymıştır. İşte bu sosyal realiteden bir çok politik ve ideolojik sonuçlar çıkmıştır. Evvela devlet millet kaynaşması, sosyal, hatta kültürel olarak bile sağlanamamıştır. Geleneksel olarak süren aydın halk zıtlaşması devam etmiş bütün halkçılık iddialarınarağmen halka ne ekonomik dinamizm nede siyasal katılım götürülebilmiştir. Anadolu taşrasında ilkel ve yoksul bir yaşam tarzı sürüp gitmeye devam etmiştir. Bu CHP ülküsü yüceltildikçe metafizikleşmiş, halktan kopmuş ve sosyal bakımdan fonksiyonsuz hale gelmiştir. Nitekim bu yüceltmenin örneğini bütün bir tek partiedebiyatında görüyoruz. Mesela ünlü jakoben Recep Peker'e göre; "demokrasi yoz bir rejimdir. Bireycilik, egoizmdir. Komünizm, faşizm gerçi inkılâpçıdır; ama yabancıdır. Halbuki, Kemalizm emsalsiz bir rejimdir ve öyle bir rejimdir ki bütün dünya, bu bürokratik tek parti idaresini örnek almalıdır." Tek parti döneminin bu emsalsizlikanlayışı yüzünden Türkiye içine kapanmıştır. İçeride halktan kopuk, dışta dünyadaki gelişmelere kayıtsız bir ideoloji gelişmiştir. Bu durum ülkede yapılan devrimlerle övünen, ama dünyada olup biten gelişmelere ilgi duymayan bunları önemsemeyen ve bunlara emperyalizm olarak bakan üçüncü dünyacı bir kuşak yetişmiştir. İşte bugün bile ülkemiz basını ve bürokrasısı bu kuşağın egemenliğindedir.
Türkiye'de modern devletlere özgü orta sınıfların teşekkülü yönündeki köklü sosyal değişiklikler çok partili sistemle birlikte demokrasiye geçildikten sonra oluşmuştur. Tek parti devrinde şehirleşme ancak 0,8 puan arttığı halde 10 yıllık Demokrat parti iktidarında 7 puan birden artmıştır. Oysa modernleşme orta sınıfları güçlü şehirli bir toplum oluşturmakla mümkün olabilirdi. Köylü toplumlarda modernleşmenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Üretim biçimini değiştirmeden sadece tüketim alışkanlıkları ve kültür-sanat faaliyetleri ile modernleşilemeyeceği tek parti dönemi uygulamaları ile görülmüştür.
Sonuç olarak Orta Asya bozkırlarında bir milletin uyanışı olarak başlayan cedidci düşünce akımı aynı dönemlerde Anadolu'daki vatanı ve Türklüğü kurtarma arayışlarıyla kucaklaşarak modern Türk milliyetçiliği düşüncesini realize etti. Bu realizenin en somut kanıtı Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu devlet TürkMilliyetçiliğinin eseridir. Ancak devlet yapısı kuruluşundan fazla bir zaman geçmeden hantallaşıp yeni gelişme ve değişmelere ayak uyduramamış ve zaman tünelinde kalmıştır. Dünyadaki hızlı teknolojik, bilimsel ve sosyal gelişmeye paralel bir gelişme sürdürmemiş ve 20 y.y. de toplumsal düzenimizi ve üretim biçimimizi tam olarakdeğiştiremeden tamamlamış bulunuyoruz. Ancak genel hatları itibari ile bugünkü Türkiye, şehirli ve modern bir Türkiye'dir. Bölgesinin en güçlü ekonomisine sahiptir. Henüz yetersiz olmasına rağmen, eskisine oranla çok güçlü, dinamik, milli meseleler karşısında duyarlı ve aktif, geçmişteki köylü durgunluğundan sıyrılmış bir orta sınıfasahip, demokrasi bilinci de gün geçtikçe artan bir toplum yapısına sahibiz. Yıkılan bir imparatorluktan bağımsız bir cumhuriyet çıkaran cedidci ve Türkçü aydınlar kendi dönemlerinin en ileri fikirlerini savundular. O doneme göre lüks sayılabilecek bir şekilde demokrasiyi ve milletin iradesini savundular. Millet iradesini ve hukuk devletiniher şeyin üzerinde gördüler. En temelde ise bazılarının itirazlarına ve kabul edememelerine rağmen kimliğimizi tescil ettirdiler; "Biz Müslüman Türkleriz. (Türklerin %90dan fazlası İslam dinine inanmaktadır, diğer dinlere inanan Türklerde vardır elbet) bu yönüyle Araplardan da Hıristiyan Avrupa'dan da farklı bir kimliğimiz vekültürümüz vardır. Bu kimliğim cihan haritası içerisinde ki siyasi ifadesinin zirvesi, Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu devlet Türk Dünyasını tam olarak bağımsız olan devletidir. Turan coğrafyası Türkiye Cumhuriyeti etrafında şekillenecektir.
Ancak rahmetli Dündar Taşer'in sözünü hiç ama hiç akıldan çıkarmamamız gerekmektedir. "Biz çadırımızı sırtlanların yolu üzerine kurduk" evet bizim vatanımız güzel ve alımlı bir kız gibidir. Herkesin onda gözü vardır. Bu nedenle üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasında küçük bir devlet olarak yaşamamız mümkün değildir. Bucoğrafyada ya Roma, ya Selçuklu yada Osmanlı gibi büyük olmak zorundayız. Yani bir dünya devleti olmak zorundayız. Bu coğrafyada sürünerek yaşamak Türk milletine yakışmayan bir durum arz etmektedir. Ancak etrafımız tehlikeli düşmanlarla dolu ve içimizde bizi bölmek isteyenler var diye paranoyak olmamıza ve bu nedenle milletimize demokrasi ve bireysel hürriyetleri çok görmemeliyiz. Bu tip komplocu paranoyalar genelde kapalı toplumlarda üretilir ve yaygınlaşır. Bugün ne yazık ki 19 y.y. cedidci ve Türkçü aydınların dünyaya bakışlarışimdiki aydınlarımızdan daha ileridir.
Modern Türk düşüncesinin temeli olan cedid aydınlanmasını doğru yorumlayarak 21 y.y. bir Türk yüzyılı yapmak için mücadele etmeliyiz. Bu fırsatı ne yazık ki 20 y.y. kaçırmış olduk. Modern Türk milliyetçiliğini; din devlet, aydın halk, devlet millet, batı doğu eksenli gerginliklerin çözümü noktasında tarihi misyonuna uygun birşekilde yeniden yorumlayıp dizayn etmeliyiz. Bu siyasi ve sosyal meselelerin çözümü ancak modern Türk milliyetçiliği ile mümkün olabilir. Türk milliyetçiliğini köklerindeki sosyal bilim ve analitik düşünce geleneği içinde yeniden değerlendirmeli ve harekete geçirmeliyiz. Emperyal bir milliyetçiliği şiar edinmeli ve ülkemizi Avrasya coğrafyasının en büyük gücü haline getirmeliyiz. Oluşturacağımız demokratik devlet modeliyle Türk dünyası ve diğer Asya toplumlarına örnek teşkil edecek bir değişim gerçekleştirmeliyiz. İbrahim DİLMAÇ :1970 Rize - Ardeşen doğumlu. Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F çalışma ekonomisi bölümü mezunudur. Çeşitli yerel dergilerde yazı, makale ve bildiriler yazdı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi'nce yayınlanan Ülkü Ocağı dergisinde yazmaktadır.