.

.

,

,

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.































1 Mart 2009 Pazar

Dr. LÜTFİ ŞEHSUVAROĞLU

1957 yılında Erzincan’da doğdu. Ankara Sincan Lisesi'ni ve AÜ Ziraat Fakültesi’ni bitirdi. Tarım ekonomisi konusunda doktora yaptı. Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı, Sincan Belediye Başkan Yardımcılığı, Türkiye Yazarlar Birliği genel sekreterliği ve genel başkanlığı yaptı. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Yayın Dairesi başkanlığında bulundu. Genç Arkadaş, Hasret, Nizam-ı Alem ve Divan dergilerini çıkardı. Hergün ve Millet gazetelerinde yazdı. Haftalık Yeni Düşünce gazetesini yönetti. Şiir ve yazılarında Muhip Alp ve Derviş Edip takma adlarını kullandı.
ESERLERİ:Eylül seneleri, Münzevi Pürtelaş,Kafes,Esir Türkler,Milliyetçilik ve Namık Kemal,Kürtler Nasıl Türk Olur,2024,Ziya Gökalp,Nurettin Topçu,Necip Fazıl Kısakürek,Mehmet Akif Ersoy,

Gamla meftun oldu gönlüm, derde salsam ne gamdır
Aşikar olmakta sırrım, ser de versem ne gamdır

Geldi tekrar etti handan, aşk-ı virdim yalan mı
Arşa sığmaz tacı artık, yerde görsem ne gamdır

Merde muhtaç olmadım hiç, merde verdim ne varsa
Ah, hıyanet kıldı mert, namerde kalsam ne gamdır

Gör ne davalar perişan, bil ne diller lal oldu
Şehsuvar vazgeçme yârdan, ben de geçsem ne gamdır.
“Yaşadığım hayatımın büyük kısmı onun dostluğu, arkadaşlığı, yoldaşlığıyla geçti. Babam öldüğü zaman, ona yandığım kadar üzülmedim.
Bazen düşünüyorum:
Acaba bu ülkede; onun gibi tarih şuuru olan, İslam’ı ve Türklüğü onun gibi anlayabilmiş kaç kişi var diye. O bugün ne yapacağını bilmeyen sözde aydın, tarih şuurundan mahrum Müslüman tipinin ötesinde bin yıllık terkibin peşinde bir Ashab-ı keyf delikanlısıydı.
-Dünyanın hiçbir menfaati için, hiçbir siyasi gaye için İslam’a toz kondurmadı.
-Rakiplerine, kendisine siyasi desiseler düzenlere karşı zamanı kollamadı!
-Mazlumların hakkını savunurken karşısına çıkacak gücün vüsatını hesap etmedi
-Dış güçlerin hiçbir vadine ve tehdidine aldırış etmedi.
-Daima “kinle dinin bir arada bulunamayacağını” söyledi ve öyle yaşadı.
-O, BBP projesini yaparken bütün kavramların ötesinde var olan bin yıllık terkibi, Anadolu’da yaşayanları millet yapan Türklük mayasını anlatmaya çalıştı.

Nihayet
O
( Muhsin Yazıcıoğlu ),
Nurettin Topçu’nun
sorumluluk duygusunu,
Mehmet Akif’in
samimiyet ve fedakarlığını,
Namık Kemal’in
vatan aşkını
şahsiyetinde birleştirmiş
bir
liderdi.
Mekanı cennet olsun
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Bir yarım kalmışlık hissi: Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları Ve 7 Temmuz ‘92 ile 25 Mart ‘09 tarihleri arasına şimdilik kaydıyla birkaç mim…Âni bir vedânın ardından neredeyse bir yılı tükettik. Politik hayatın inadına, zirvede bir vedâydı, yurdunun karlarla kaplı dağlarında, sislerin gizlediği, karların örtüp sarmaladığı Muhsin Yazıcıoğlu, bu esrarlı muhafazanın ardından hakikaten her evin cenâzesi olarak yürüdü Rabbi’ne, bütün ömrünce her dem tâze tuttuğu sonsuzluk iştiyâkiyle…Muhteşem bir içtimâ ile ardında saf tuttu arkadaşları, sevenleri, sevmekte geç kalanları, uzaktan sevmekle iktifâ edenleri ardından cân-ı gönülden “helâl olsun” diyerek haklarını helâl ettiler. Hilâlin içine gül olarak düştü ve Taceddîn Dergâhı’nın ağuşundan teşyî edildi göz yaşlarıyla, dualarla tekbirlerle, salâvatlarla, hüzünle, yasla…Tamâmı mücâdele ile donanmış bir ömür, mukaddes değerlere hizmete adanmış bir gençlik, mücâdelenin sebebi değil ama neticesi olarak tecellî eden yargılanmalar ve cezâevlerinde hakkıyla verilmiş bir imtihan, Türk’ün bir kez daha verdiği ateşle imtihan…Sağlam dostluklarla örülmüş bir yürüyüş…Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını, Muhsin Yazıcıoğlu ve neslini ayrıcalıklı kılan, akıllarla sezâ 12 Eylül ve Mamak tecrübesinden sonra, “nerede kalmıştık?” sorusuyla mücâdeleye kaldıkları yerden başlayabilme idealizmini ve kararlılığını gösterebilmiş olmalarıdır. Yitip giden bir gençlik, yaklaşık on yılı cezâevinde tüketilmiş bir uzun zaman, pek çok safhası ıskalanmış ve pek çok safhasına geç kalınmış bir hayat ve yine “nerede kalmıştık?” sorusunu sormak irâdesinin ardından kalınan yerden devam eden bir yolculuk hâli…Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını, Muhsin Yazıcıoğlu ve neslini ayrıcalıklı kılan, bir adanmış hayatlar silsilesi, bir pervâsız cesâret, bir fütursuz kaygısızlık, bir hasbî hesapsızlık, bir azîm, bir sabır, her türlü korkudan âzâde bir hamle kâbiliyeti, birbirine sırtını dönebilecekleri bir itimat hissi ve yumurta küfesi taşımamış olmanın verdiği alnı açık, başı dik bir tenezzülsüzlük…Bahse konu ayrıcalıklar sâyesindedir ki, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları ölümlerin en güzellerine, dostlukların en güzellerine, fedâkârlıkların en güzellerine, vefânın en güzeline âşinâ oldular. Hep saygı gördüler, hep gıpta edildiler. Çok sevildiler, aşkla sevildiler, çünkü dostlarını üzmektense onlar, her gün bin kerre yanılmayı tercih eden bir şâhâne gaflete boyun büktüler…Hiç bir karşılık beklemeksizin, her türlü hesaptan âzâde ve hudut tanımayan bir sevgiyle ülkenin en ücrâ köşelerine kadar dostluk yaydılar. Örnek teşkil eden dostlukları bir model olarak tevârüs etti kendilerinden sonraki nesillere…Gâlip Erdem’in “Türk Büyükleri” ve “Eugenie Grandet”leriydi onlar…Siyâsî hayatın olmazsa olmaz bir rüknûymuşcasına, siyâsî kader, gün geldi onları da farklı saflara sürükledi. Bu sürükleniş bile kadîm dostluklarını örselemedi. Bunun için büyük titizlikle sarf ettiler sözlerini, gırtlağın her bir boğumunda imbikten geçirdiler kelâmlarını. Kötü günlerinde ilk onlar koştular dostlarının yanına; dostlukları her şeyden kıymetliydi, bedeli dakika dakika, ân be ân ödenmiş, dehrin her nev’î imtihanında sınanmıştı çünkü…Ateşle imtihandan geçmişlerdi ve dehrin her türlü cefâsına “Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin; dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten” cevabını vermişlerdi. Şimdi muhtevâ ile imtihana soyunmuşlardı, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının muhtevâ ile imtihânıydı bu. Her türlü mesuliyetini yüklenerek, kurdukları Büyük Birlik Partisi ile adımlarını attıkları aktif siyâsî hayat onlar için parlak bir başarılar silsilesi olmadı. Bidâyeti itibariyle Türk siyâsetine ilkleri kazandırdı BBP. 16 Aralık 1992 ‘Siyâsî Karar Kurultayı’nda, Hasan Çağlayan’ın tebliğ ettiği ‘Sivil İnisiyatif Proğramı’nı Türk siyâsetine takdîm eden Büyük Birlik Partisi kadrolarıydı ve bir ilkti, sonraki yıllarda pek çok taklidi sunuldu ve hazindir ki taklitleri daha fazla yer buldu kendisine…‘Tabandan tavana yapılanma’ gibi aslında sol politik jargon tedâileri olan ama hiçbir sol partide bile esâmisi okunmayan demokratik bir siyâsî parti yapılanmasını hayata geçirdiler. Partinin isminden amblemine kadar, en alt biriminden en üst kurullarına kadar istişâreye dayanan bir süreçle kurulan ilk siyâsî partiydi Büyük Birlik Partisi, katkısı olan her bir müntesibinin rahatlıkla “biz kurduk” diyebileceği bir parti.“Allahın birliği ve Peygamberin risâleti dışında mutlak hakikat tanımıyoruz” diye başlayan “Millî Mutabakat Metni” geniş yer aldı zihinlerde, kamuoyunda mahdut da olsa samimî cevaplar bulmadı değil kendisine. Geniş bir vizyonu öngörüyordu, bahse konu hassasiyetleri paylaşan çok geniş kesimlere yapılan bu çağrı çok hasbî ve samimî bir çağrıydı. Dâvete icâbet edenler alabildiğine samimî bir hüsn-ü kabûl gördüler. Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları bedelini çok ağır ödedikleri siyâsî kimliklerini dayatmadılar, tertemiz mâzilerini paylaşmağa hazırlardı. Lâkin, samimiyetinin hak ettiği karşılığı bulmadı “Millî Mutabakat Metni” ve dolayısıyla çağrısı. Gelen için bayram yapmayacak, giden için yas tutmayacak kadar vakurdular, öyle de yaptılar, kervan yolda diziliyordu, gelene bayram yapmadılar, gidene yas tutmadılar; güç kaynakları samimiyetleriydi. 7 Ocak 1993 tarihinde, aktif siyâsete geri dönme planları yapan ve ‘Siyâsî Karar Kurultay’ından etkilenen merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın dâvetiyle köşke çıkan Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları, Özal’ın, “Siyâset parasız olmaz, gel yeni partiyi birlikte kuralım” teklifini, “Siz Cumhurbaşkanlığı makâmında kalınız, sizinle siyâset yapmak kömür mâdenine beyaz elbiselerle girip, bembeyaz dışarıya çıkmağa benzer ki, bu mümkün değildir…” diyerek reddetti; küstükleri dağdan odun kesmiyorlar, huylandıkları pınarlardan su içmiyorlardı… Yollarına devam ettiler, onların hayatı bir yolculuk hâliydi…Aktif siyâsetin içinde bu kadar naifliğin barınamayacağını ve ‘seçmen nezdinde’ aman aman bir karşılığı olmadığını anlamaları uzun sürmeyecekti. 27 Mart 1994 yılında ilk seçimlerine girdiler, 4 yüz binden fazla oy, sekiz de belediye başkanlığı kazandılar, çok az farklarla Manisa/Demirci ve Sivas belediye başkanlıklarını alamadılar. Sivas’ta Hasan Bölücek gibi bir değer kazanamadı, çünkü aktif siyâsetin kendine özgü acımasız kuralları vardı, onlar bu kurallarla oynamayacaklardı. Yeni bir gayret kuşandılar, bir sonraki seçimler için seferber oldular. 1993 yılında Madımak ve Başbağlar olaylarının ardından “hepimiz aynı kilimin desenleriyiz” diyerek, ülkenin birlik ve berâberlik hislerinin örselenmesine karşı ciddi tedbirler alınması gerektiğinin altını çizdiler. Haziran 1999 seçimlerinin argümanı terörist başının Türkiye’ye getirilmesi oldu, konjonktür hazretleri iktidarı DSP-MHP-ANAP’a sundu…MHP’nin de ortağı olduğu koalisyon iktidarı, idam cezasının kaldırılması ve Apo’nun idamının engellenmesi, başörtüsü yasağının devamı ve bunun gibi pek çok sebeple yıprandıkça, Büyük Birlik Partisi’ndeki bekleyişin ismi de zımnen konulmuş oldu; MHP’nin giderek yıpranmasının BBP’ye kâr olarak döndüğü/döneceği gibi bir yanılgı bu ismi perçinledi ve BBP gittikçe MHP’nin terk ettiğini düşündüğü söylemlere alıştırmağa başladı dilini, bunu yaparak küçük MHP hâline geldiğini fark etmedi uzun süre. Meclis dışında kalınan bu süreçte, kendi yapılarında hayat alanı bulamayan ve kendisini hayatı boyunca mebus olmak gibi bir misyona ve dahi mecburiyete mahkûm sananlar partiye dâhil oldular. ANAP ittifâkının yarattığı zihnî kırılmalar, Refah-Yol iktidarının desteklenmemsiyle artarak devam etti. Partiye “bir yerlerden yol verilecek” umudu beslendi.. beslendi.. Beslene beslene de umudun kendisi hâline geldi bu bekleyiş; umut ve planya hâline…. Siyâsette küçüklere yer yoktu, evet teorik olarak böyleydi, kitaptaki yeri buydu. Lakin Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları bu hükmü kadük kılacak kadar yürekliyiler, siyâsî konjonktür yüreksizlerin fısıltılarının değil, ancak yürekli insanların seslerinin duyulabileceği gelişmelere gebeydi. 28 Şubat Dönemi işte böyle bir dönemdi. ‘Gerekirse bin yıl sürer’ kararlılığındaki 28 Şubat ve arkasındaki cunta, alışkın olduğu üzere güç karşısında eğilip bükülen bir iktidar ile işlerinin çok kolay olduğunu düşünürken, karşılarında “Türkiye İran olmaz, ama Türkiye’nin Suriye olmasına da biz müsaade etmeyeceğiz” diyen, “Namlusunu milletine çevirmiş tankı selâmlamam” diyen bir muhalefetin, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının erkek seslerini buldular, Mehmet Âkif için, “Türk şiirine erkek sesini getiren adamdır” benzetmesi, artık “Türk siyâsetine erkek sesini getiren adamlar” benzetmesine dönüşmüştü… Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sıçramak için bir basamağa ihtiyaç vardır” der. Bu dönem bir basamak olabilirdi sıçramak için, olmalıydı da, olmadı…28 Şubat süreci, 28 Şubat döneminin korkudan fısıltı ile konuşanlarının içinden sihirli(!) iki kelimeyi itiraf hâlinde deklâre eden bir yeni oluşumu iktidara taşıdı; bu taşıyıcı deklârasyon; “biz değiştik” itirâfıydı…Bu itirâfın/deklârasyonun etrafında AKP’nin kuruluş çalışmaları başladı. Siyâsetin A takımından pek çok isim, toplumun pek çok kesimini ihtivâ eden geniş katılımlar ile müstakbel iktidârının ayak seslerini duyurmağa başladı. Bu minval üzere yüksek düzeyde görüşmeler yapıldı, hemen her kesimle görüştüler. 2002 seçimlerinin arefesiydi. Büyük Birlik Partisi kuruluşundan bu yana belki de en zayıf dönemini yaşıyordu. Bahse konu görüşme trafiğinde şüphesiz ki, Muhsin Yazcıoğlu’nu ıskalamadılar, hatta çok ciddi görüşme teklifleri ilettiler; bâzı görüşmeler de yapıldı. Muhsin Yazıcıoğlu, bu görüşmelerde ilgisiz, ciddiye almayan, bu siyâsî oluşuma önem atfetmeyen kayıtsız bir tutum takındı hep. İki ana eksen etrafında toplandı AKP’nin kuruluşu ve seçim öncesindeki spekülasyonlar. Birinci spekülasyon, Tayip Erdoğan hiç bir şekilde seçimlere sokulmayacaktı ve yasaklanacaktı. İkincisi ise tabii olarak tam tersiydi ve iktidar olacaklardı. Bu iki yorum için de yeterli malzeme vardı. Muhsin Yazıcıoğlu ve Büyük Birlik Partisi ilk yorum üzerine binâ etti siyâsetini ve seçim politikasını, çünkü Muhsin Yazıcıoğlu buna inanıyordu, hatta AKP’nin iktidârının hemen akabinde parçalanacağına inanıldı.Lakin böyle olmadı…Nasıl olduğu, birkaç yıl öncesinin bir neticesi olarak hafızalarda tâze…Bundan sonra zamanın adı, “yaprak dökümü” zamanıydı.İki çeşit yaprak dökümüydü bu, gövdenin tabii yaprakları ve gövdeye zaman zaman monte olan plastik yapraklar… Birincisi, hiçbir politik beklentisi olmayan ‘arkadaşlar/ülkücüler’den oluşan bir yaprak dökümü. Yani, orta sahanın hamallarından oluşan bir yaprak dökümü. Sessizce dökülmüşlerdi, uzun bir zaman görmezden gelinen, kimsenin esef etmediği ve aslında dökülmemiş muâmelesine tâbi tutulan bir yaprak dökümüydü bu, ortalık iyice tenhâlaşana değin pek de üzerinde durulmadı, pek de telâffuz edilmedi, pek de umursanmadı… Daha sonraları(ve el-ân), dökülen bu yaprakların “daldan kopuş ânına ve mazmûnuna âgâh olmayanlar ve bundan sonra da olamayacak olanlar” tarafından kolayca bir takım sıfatlarla suçlandılar; terk ettiler, yalnız bıraktılar, yoruldular, ilâ âhir… Dostunu üzmektense her gün bin kere yanılmağa boynunu büken Muhsin Yazıcıoğluarkadaşları için bahse konu bu hüzünlü sonbahar, tezvirâtın değil, tarihin konusuydu ve sükût altındı, hâlâ da altın, bundan sonra da altın olarak kalacak...İkinci çeşit yapraklar, zaten polyetilenden mâmûldü, bulundukları yerde muvakkat idiler, en ufak bir seçim rüzgârında Tuna Caddesi’nden BBP adayı olarak çıkıp, gittikleri yerde bir başka partinin adayı olarak ilan edilen plastik yapraklardı; bir kısmı da zaten gitmek üzere geliyorlardı, basamağa ihtiyaçlar vardı… Geldiler.. gittiler, geldiler.. gittiler, geldiler.. gittiler…7 Temmuz 1992 ile 25 Mart 2009 arasında çok şey oldu... 25 Mart 2009’da politik hayatın inadına, zirvede bir vedâyla, yurdunun karlarla kaplı dağlarında, sislerin gizlediği, karların örtüp sarmaladığı Muhsin Yazıcıoğlu, bu esrarlı muhafazanın ardından hakikaten her evin cenâzesi olarak Rabbi’ne yürüdü, bütün ömrünce her dem tâze tuttuğu sonsuzluk iştiyâkiyle…Şimdi geriye bir temiz mâzi, adanmışlıktan ibâret bir hayat, bir siyâsî hareket, bir siyâsî çizgi, bir siyâsî duruş, bir siyâsî birikim ve bir yarım kalmışlık hissi kaldı, sanki söylenmemiş sözler var. Sanki kotarılacak işler var. Sanki ellerin altına uzatılacağı taşlar var gibi…Ve sanki yerine zamanla oturacak taşların sesleri var duyulacak. Yerinden oynayan bu taşların seslerinin ilk ânda âhenkli sesler olmayacağı izahtan vârestedir. Bu sesleri bir âhenge bürümek de geride kalanların ehliyetine, samimiyetine, gayretine bağlı, bu da izahtan vâreste…Bu âhengin bir takım miras, ayak izi ve ruhâniyet metaforlarıyla kotarılmasının da hakikate râm olan bir tek tarafı yok, kaldı ki Muhsin Yazıcıoğlu’nun bizzat hayatı boyunca itirâzı bulunan, siyâsî varlığının dibâcesi hükmündeki “tartışılmazları”na ve ölçülerine mugâyir. Muhsin Yazıcıoğlu’nun geride bıraktığı arkadaşlarının bu “fikrî, ideolojik ve siyâsî tereke”den hangi gerekçe ile olursa olsun teberrî etmeleri de mümkün değil, isteseler ve bu isteklerinde yerden göğe haklı da olsalar mümkün değil, öyle ya da böyle bu terekenin muhatapları olarak yaşayacaklar âhir ömürlerini. Bu yarım kalmışlık hissine verilecek cevaplar, câmianın tamamının tekellüm etmesi gereken cevaplardır evet, fakat bilinmelidir ki, bir denklemin aslî unsurlarının bilinmeyen olarak kalması, denklemin çözümünü imkânsız kılacaktır. Bu noktada en büyük vebâl, gençliğin etrâfının tecrübe ile donatılmaması olacaktır. “Tarlanın sürüldüğü” ifâdesi bu vebâli “tevsik eden” bir ifâdedir. Tarlanın yine kendi tohumlarımızla güçlendirilmesi, ayrık otlarının ayıklanması bir kaçınılamayacak vazife olarak herkesin omuzunda durmaktadır. Zaman her şeyin ilacıdır evet, sabır ile sebat atlastan kumaş olur evet…Herkese lâzım olan, herkesin hakkı olan biraz zamandır. Bu yetkililer için de böyledir, “işler yolunda değil” diyenler için de böyledir. Yetkililer, “işler yolunda değil” diyenlere tahammül edecekler, “işler yolunda değil” diyenler de yetkililere zaman verecekler, onları te’dip etmeğe çalışmak yerine ikaz edecekler ve fikirlerini, görüşlerini, tenkitlerini yazacaklar, konuşacaklar ve paylaşacaklardır. Her iki hâlde de taraflar birbirlerinin varlıklarına saygı duymak, en azından tahammül etmek mecburiyetindedirler, aksi taktirde saygınlığını yitiren hareketin ve mâzinin bizzat kendisi olacaktır…Yetkililer, yetkilerine ve makamlarına nihâyetsiz ve muhayyel bir güç vehmetmemeli, yetkilerini ve makamlarını bir aforoz ameliyesine dönüştürmeğe çalışmamalıdırlar. Herkese düşen vazife öncelikle “zıvanayı korumak” olmalıdır. Zıvanayı korumağa devam ederken, bir taraftan yerine oturacak taşların seslerini de dinleyebiliriz.Neredeyse bir yılı tükettiğimiz âni bir beyaz vedânın ardından, ‘Muhsin Başkan’ın ardından, ‘Muhsin Başkan’a ve “evvel giden tüm ahbâba” selâm olsun, Allah gani gani rahmet etsin, mekânları cennet olsun, aziz ruhları inşirah bulsun.Muhsin Yazcıoğlu’nun ardında bıraktığı tüm arkadaşlarına da selâm olsun, ves-selâm…Alperen Ocakları Dergisi, Mart 2010, 'Muhsin Yazıcıoğlu Özel Sayısı'ndan iktibas edilmiştir...A.İSLAMOĞULLARI
.
.
EVET-HAYIR
( REFERANDUM 2010 )


Muhsin Yazıcıoğlu nun Türk ve dünya kamuoyuna duyurusu
Aziz milletim!(Muhsin Yazıcıoğlu nun Türk ve dünya kamuoyuna duyurusu)Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu nun rüyası
Aziz milletim!
(Muhsin Yazıcıoğlu’nun Türk ve dünya kamuoyuna duyurusu)

Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu’nun rüyası

EVET oyu kullanacakların psikolojisini yakından tanıyorum. Önemli bir kısmı, 12 Eylül Anayasasına nasıl “evet” dedilerse, bugün de aynı gerekçelerle “evet” diyorlar. Bir bölümü klasik İslamcı ideolojinin izini süren bazı köşe yazarlarının “AB üyeliği önemli değil, ama bu süreç Türkiye’de bizim oyun alanımızı genişletiyor” görüşünden hareketle biz-siz mücadelesine yararlı katkıları olacağından “evet” diyorlar.
Bazısı din ile kin bir arada olmaz temel felsefesine inat 30 yıl öncesinin intikamının peşindeler. Aslında bugüne kadar hiç akıllarına gelmediği halde özellikle ülkülerin 12 Eylül’de çektiklerinin davası pozisyonuna takılarak bir vicdan muhasebesini de geliştiriyorlar. Ana çekirdek ise iki bölüm: birincisi Başbakan’ın cumhurbaşkanlığına –bu artık “BAŞKAN”lık demektir- adaylığına kamu yoklaması peşindedir; ikincisi cemaatin kendini ispatı meselesidir.
Şüphesiz çok az da olsa “evet” vereceklerin bir kısmı gerçekten de demokrasiye inançlarının gereğini yerine getirdiğini düşünmektedirler.
Evet oyu başımın tacıdır.
Hayır oyu verenler pekiyi?...
Onlar demokrasi düşmanı, darbeci, Ergenekoncu, militarist, geri zekaalı, şovenist, faşist, ırkçı, Alevici, HSYK’cı, Anayasa Mahkemesici, AB karşıtı, Kemalist, din düşmanı, laikçi, velhasıl bilumum şer odaklarının temsilcileri midirler?
‘Hayır’ oyu vereceklerin içinde 12 Eylül Anayasasına “hayır” diyen yok mudur? Bilakis bugün ‘evet’ diyenler içindeki oranından fazla ‘hayır’ diyenler içinde 12 Eylül Anayasası’na ‘hayır’ diyenler çoğunluktadır. Bu kimseler 12 Eylül Anayasası’nın değişmesini istemiyorlar mı? Şüphesiz istiyorlar.
O halde problem nedir?
1. Anayasa değişikliği çalışmaları modern bir demokraside ve parlamenter sistemde olması gereken bir biçimde sürdürülmemiştir.

2. Anayasa değişikliği talepleri “EVET” kampanyası için kullanılmıştır. Asıl amaç Anayasa Babayassa değildir. Tıpkı AB uyum sürecinin AB üyeliği olmadığı gibi…
3. Herkes bilmektedir ki, artık Türkiye’de AB satandartları geçerlidir. Hukuk sistemimizin üstüne AB yasalarını koymuşuz ve bunu kabul etmişiz. O yüzden kadın hakları, ihtiyar hakları, hasta hakları, yok bilmem ne hakları aslında Anayasa’nın da üstüne getirdiğimiz AB standartları çerçevesindedir. Bunu evet kampanyasında kullanmak göz boyamadır: doğru.
4. BDP sandığı protesto etmekte ve kendince yine demokratik bir hakkını kullanmaktadır. Eğer sandığa gitmeme oranı % 30’ları bulursa BDP o nüfus üstünde ipotek çalıştırmak isteyecektir. O yüzden bu demokratik hakkı başka bir mahfil, parti veya sivil toplum da kullanmalıydı. Gerçekten de nüfusun ezici çoğunluğunu ilgilendirmeyen evet ve hayır kampanyası karşısında vatandaşın sandığa gitmemesi tercihi de saygıya layıktır ve aslında bu tercih hâlihazırdaki meclis içindeki bütün siyasi partilere bir ders mahiyeti taşıyacaktır. Düşünsenize, referanduma katılım oranı % 60 oluyor ve onun da yarısı ile Anayasa değişikliği kabul ediliyor veya reddediliyor. Ne kadar güzel olur. Hem iktidar, hem muhalefet bundan ders çıkarır. Aynı zamanda da gerçekten 12 Eylül Anayasasından kurtulmak için doğru dürüst bir çalışma süreci başlar ve daha fazla demokrasi talepleri gündemi işgal eder.
5. Karl Popper, asıl problemini unutan toplumlar’dan bahsederken aslında Türkiye’yi işaret etmektedir. Türkiye’nin problemi nedir? Referandum mu, Kürt sorunu mu, gelir dağılımı mı, anarşi mi, terör mü, işsizlik mi, enerji çemberi mi, ithalat ihracat arasındaki makas mı, Dersim mi, Ermeni soykırım mı?… Sayacağınız ve bugüne kadar saydığınız bütün problemler ya bu toplumun asıl problemi değilse?!....
Viyana sonrası Ciğerdelen’de Tuna’ya atılan 2 yaşındaki Zarife’nin ve onunla birlikte katledilen 40 bin Osmanlı’nın hesabını bu toplum hiç sordu mu?
Ve sonrasında bütün Balkanlar katledilirken sadece Osmanlıları değil beraberindeki bütün Yahudileri, Macarları katledenlerden hesap sormak kimsenin aklına geldi mi? 1911-12 Balkan bozgununa kadar bir Türk şehri olan Belgrad’da asırlardır yapılan soykırım sadece insanların katli değil de bir şehrin kimliğinin tamamen yok edilmesi, kültür ve medeniyet izlerinin tamamen sökülüp atılması değil de nedir? Hele hele Balkan savaşları sonrası 7,5 milyon Türk’ün katledilmesi, bir o kadarının göç ettirilmesi ve evladı fatihanın İstanbul sokaklarında dilenciliğe başlaması kimin problemidir? Bin yıldır Allah’ın adını yeryüzüne hâkim kılmak yani gerçek bir adalet bir nizam-ı alem vermek göreviyle kendini taçlandıran milletin asıl problemini unutarak “mankurt”laştırılması ve mankurtların da yine mankurt kavramına sarılarak halkını iki defa mankurtlaştırmaya çalışması tarihin yazdığı en yaman bir çelişki değil mi? Asıl problemini yani ahlakını, yani misyonunu, yani hareket felsefesini unutan toplumun elbette başına diğer tali problemler geldiğinde her birini asıl problemi sanarak düşeceği tuzakları tahayyül edebiliyor musunuz?
6. En acısı da daha cesedinin sıcaklığını o soğuk morgda bile parmaklarımda hissettiğim ve bugün hâlâ “beni kuyudan çıkar” diye rüyalarıma giren aziz başkanım Muhsin Yazıcıoğlu’nun Mamak’taki resmi kendisinden izin alınmadan evet kampanyasında kullanılıyor ya…. En çok ona yanarım.
Bir millet ve güya o aziz milletin davasını güdenler bu kadar sığ, bu kadar başıbozuk, bu kadar zekâ özürlü tuzaklara pirim verecek öyle mi?

Şimdi aziz milletime sesleniyorum. Bu ses daha evvel Muhsin Başkan’la otuz küsur yıldır seslendirdiğimiz aklın ürünüdür. Bu ses Ülkü Ocakları’nda 12 Eylül öncesinde hep inanıp güvendiğin bildirilerdeki sestir. Bu ses, 12 Eylül zindanlarında “zalimin karşısında susan dilsiz şeytandır” ilahî emri istikametinde sırat-ı müstakim’den ayrılmayanların ve 12 Eylül sürecinde 12 Eylül’le hesaplaşanların sesidir. Bu seste 12 Eylül anayasasına evet derken aynı zamanda zalime yalakalık yapanların onu kutsayanların hatta onu cennetle müjdeleyenlerin korkularını, vehimlerini, taktiklerini bulamazsın. Bu seste gerçeği bildiği halde onun üstünü örtmeye çalışanların telaşı yoktur.
Şimdi gerçeği, 1970’lerin başından beri adeta ruh ikizi olduğumuz Muhsin Başkan’la referandum karşısında “o olsaydı ne yapardı” gerçeğini açıklıyorum. Bu benim tarihe ve milletime vicdan borcumdur:
Büyük Birlik kavramı ucuz bir kavram değildir. Bin yıllık mazisi vardır. Ucuza satılamaz.
Büyük Birlik diyen birinin bölücü olmaya ve milleti evet-hayır kamplarına ayırmaya hakkı yoktur. Muhsin Başkan yaptıklarıyla hiçbir ülkücünün kınadığı/kınayabileceği bir iş yapmamıştır. Rahmetli Türkeş’i neden eleştirdiğini hatırlayın: Çekiç Güç için değil mi? Onun dışında hiçbir ülkücü onun fikriyatına halel getirecek işlere kalkışmadığını iyi bilir. Bugün de onun mirasını sürdürenlerin, emanetini taşıyanların onun bu temel tavrını yabana atmamalıdırlar. Zira o eninde sonunda buluşacağımız büyük birliği hayal etmekteydi.
Evet tercihinde bulunanlara karşı da husumeti olamazdı, hayır tercihinde bulunanlara da… O yüzden evet ve hayır kampanyalarının milleti bölmeye varan hırslarına alet olamazdı ve her iki kampanyayı da eleştirirdi. Ama evet veya hayır oyu verecek vatandaşlarımıza aynı sempati ve empati (meleke-i icad) ile yaklaşırdı. “13 Eylül’de birbirinizin yüzüne nasıl bakacaksınız, üç günlük dünyada fırıldak olmaya gerek yoktur” diye de uyarırdı. Daha önce yaptığı gibi…
Onun daha evvel 28 Şubat sürecinde “Türkiye İran olamaz, ama Suriye olmasına da izin vermeyiz” sözü çok önemli bir stratejik düşüncenin ürünüdür ve bugünkü kolay destekle bir alakası yoktur. O ABD emperyalizminin ürünü olan 28 Şubat’a karşı dik duruşun bir ürünü idi. Nasıl ki ben de Çevik Bir’in emriyle mahkemelerde yargılandım. Ama mahkemede Çevik Bir’den de hesap sordum. Şimdiki kampanya sahiplerinin hiçbirisi bizim mücadelemizde gıklarını çıkarmadılar.
Doğru Yol ile Refah Partisi’nin kurduğu hükümete de karşılıksız destek vermesi yine bugün yanlış değerlendirilmektedir. Vefatından yani o elim helikopter kazasından bir hafta evvel bizim evde ikimiz sabahladık. Muhterem Yazıcıoğlu’nun görüşlerini, düşüncelerini, hatta bütün özel bilgilerini benden daha iyi bilebilecek kim var? Partisindekilerden, çok yakın arkadaşlarından çektikleri ile birlikte Başbakanın bir aydır randevu talebine cevap bile vermemesinden tutun daha ne özel bilgiler… Onun yirmili yaşlardaki başkanlığından-başkanlığımızdan beri bütün metinlerinde düşünce birliğimiz var. Ben onun kalemiyim. Bunu bilmeyecek ahmak var mı? Bugün onun adını kullanma cüretinde bulunanlar en azından telefon açıp sorabilirlerdi ki; “yahu sen Muhsin Başkan’ın en yakınıydın, acaba bu kritik dönemeçte ne yapardı, nasıl karar alırdı, ne derdi”… Biz de onlara hakikati söylerdik. Ama yine sonunda evet veya hayır diyeceklerse ona da karışmazdık. Fakat bu inceliği göstermediler ve bir kez daha onun selim ruhunu incittiler.
En son olarak referandum konusundaki kararını açıklıyorum: Bu karar bin yıllık asıl problemi bilen bir gerçek lider kararı olduğundan bir ezbere dayanmazdı. Baştan meclisteki partileri uyarırdı. “Oturun ve gerçek bir demokratik anayasa için çalışın” derdi. Aynı zamanda sürece katkı için Cumhurbaşkanıyla görüşürdü, sivil toplumu toplardı. Bir anayasa metni üzerinde de âkil olanları, uzmanları çalıştırırdı. Sonra liderleri uyarırdı gerekirse ziyaret ederdi. Referanduma gitmeyin bu zırt pırt, her zaman başvurulacak bir yol değildir derdi. Bir konsensus peşinde olmayı öğütlerdi. Fakat ona rağmen süreç işlerse eğer o zaman da evet ve hayır gibi milleti ortadan ikiye bölen iki kavrama da aynı mesafede olurdu. Evetçilerin hayırcılarla çok derin farkları olmadığından dem vururdu. Ama sandığa gitmeme taktiğini de kullanırdı. BBP olarak biz sandığa gitmiyoruz. Zira bu zorlama referandumun milletimizin asıl problemi ile ilgisi yoktur ve gerçek anayasa taleplerini perdeleme riski vardır. Ayrıca Pakistan kan ağlamaktadır. O kardeşlerimizin Kurtuluş Savaşımızda bize nasıl ellerinden gelenin fazlasını yaptıklarını nasıl unuturuz. Çamurların içinden buğday taneleri toplayan o kardeşlerimiz dururken bizim beş yıldızlı otellerde iftar sofralarında tafra atmamız yakışık almaz. Bu Allah’ın gücüne gider. Ümmetin bir ferdinin bağrı yandığında diğerleri orada olmalı değil mi? Bütün işi gücü bırakıp bakanlar kurulu Pakistan’a gitmelidir. Bu saçma sapan referandum münazarasından da bir an evvel vazgeçilmelidir. Utanmalıyız. Kanada ve Fransa bile bizden çok daha evvel ve önemli miktarda yardım yaptı. bu zilletten kurtulmalıyız.
Yani aziz başkan kendini kullandırmazdı. Kendi edasını tavrını ortaya koyardı. Bin yıllık terkibin peşinde olurdu. İktidarı da muhalefeti de seviyeli biçimde eleştirirdi. Ama ne evet kampanyasına, ne de hayır kampanyasına alet olurdu. O bir süreç olarak gün be gün değerlendirirdi. Evet diyenlere de, hayır diyenlere de kendi saygınlığını koruyarak yaklaşırdı. Ama aynı zamanda sandığı protestoyu da, yahut gidilip hem evetin hem hayır üstüne mühre vurma eğilimlerini de saygıyla karşılardı. Sonunda da Pakistan dramı ortaya çıkınca net tavrını gösterirdi: bırakın bu işleri, fırıldak olmaya gerek yok. Bu can bu tende bir an var, bir an yok, ne diye bu lüzumsuzluklar peşinde koşturuyorsunuz diye uyarırdı. Bırakın bu saçma münazaraları, ne yapabilecekseniz Pakistan’a yapınız derdi. Kendi de çeker giderdi Pakistan’a… Onun şefkatli, tertemiz eli, elimin üstündeki güçlü eli hepimizi hakiki meselemize çekerdi. Ve daha önce –ölümüyle- yaptığı gibi son üç kala bütün seçim zırıltılarını sustururdu. Ya referandum iptal edilirdi, ya da kimse sandığa gitmez Pakistan için elinden geleni yapardı. Bu sözlerime yalan diyecek biri varsa gelsin...31.08.2010 LÜTFÜ ŞEHSUVAROĞLU


Lütfü Şehsuvaroğlu,

1957 yılında Erzincan’da doğdu. İlköğrenimini Erzincan, İstanbul ve Turhal’da; ortaöğrenimini Turhal ve Ankara’da yaptı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde okurken dergiler çıkardı, cemiyetçilikle uğraştı. Kampanya döneminde Ankara Şeker Fabrikasında vagon kantarında ve tesellüm memuriyetlerinde bulundu. Etimesğut Büyük Ülkü Derneği başkanlığı sırasında yürüttüğü ‘Etimesğut Belediye Olmalıdır’ kampanyası, dönemin ideolojik mücadele atmosferinde farklı bir toplumsal faaliyet olarak ilgi çekti.
1974 yılında yazdığı Türk Milliyetçiliğinin Tarihi adlı araştırması, İstanbul Ülkü Ocakları’nın Türkçüler Bayramı vesilesiyle açtığı yarışmada ikinci geldi. Yarışmanın birincisi o sırada İstanbul Üniversitesi doktor asistanlarından Erol Güngör’dü. Bir bölümü 1976’da Millet gazetesinde tefrika edilen eserin elde kalan son nüshasını 1978 yılında Hergün gazetesinde çalışan ve Enver Altaylı ile birlikte kurdukları yayınevinin editörü olan Taha Akyol kaybetti.
Hasret, Genç Arkadaş, Nizam-ı Âlem ve Divan Edebiyat dergilerini çıkaran Şehsuvaroğlu, Millet ve Hergün gazetelerinde de yazdı. Hergün gazetesinin Ocak sayfasını yönetti. Selahattin Sarı’nın genel başkanlığını yaptığı Ülkü Ocakları’nın yönetim kurulunda görev aldı ve genel eğitim sekreterliği görevini deruhte etti. Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkan olduğu dönemde de yönetim kurulunda görev alan Şehsuvaroğlu, Ülkü Ocakları genel başkanlığı görevini Yazıcıoğlu’ndan devraldı. Yazıcıoğlu Ülkücü Gençlik Derneği genel başkanı olurken bütün Ülkü Ocakları şubeleri ÜGD’ye dönüştürüldü. Ülkü Ocakları, bir fikir ve sanat kurumu olarak görevini sürdürürken aynı zamanda hakkındaki davaları takip ediyor, mahkemelerde kendini savunuyordu.
1977 yılında Esir Türkler kitabını yayınlayan Şehsuvaroğlu, bu arada Derviş Edip ve Muhip Alp mahlaslarıyla da şiir ve tasavvufî yazılar yazdı. Bu dönemde Necip Fazıl Kısakürek, Cemil Meriç, Seyit Ahmet Arvasi, Erol Güngör, Ahmet Kabaklı ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ile sıklıkla görüşmeler yaptı. Haftada iki defa geldiği ve yayın yönetmenliğini Enver Altaylı’nın yaptığı Hergün’ün Ocak sayfasını yaptığı İstanbul’da önce Tercüman’da Kabaklı Hoca ile sohbet yapar, sonra İstanbul Üniversitesi’nde Erol Güngör’e uğrar, daha sonra Türk Edebiyatı Vakfı’nda Niyazi Y. Gençosmanoğlu’nun telefonlarından Anadolu yakasındaki Necip Fazıl ve Cemil Meriç aranırdı. Göztepe’de Cemil Meriç’le derin fikrî seyahatlerden sonra Erenköy’de üstadın evinde ilaç kokulu çaydan içilirken kelimelerin deryasında âdeta sörf yapılır ve gecenin ilerleyen saatlerinde Arvasi’nin evinde neredeyse ucu açık değerlendirmelerle İstanbul’un bereketi destelenirdi. İstanbul’da Necdet Sevinç, Mehmet Narin, Mehmet Gül, Dursun Güleryüz ve Beyaz Saray ile Küllük de Gazete, Ocak ve üstadların yanında bir başka ortamı oluştururdu.
Ankara’da ise Galip Erdem, Burhan Kavuncu, Mümtaz’er Türköne, Naci Bostancı, Kemal Görmez, Nuri Gedik, Nihat Genç, Ahmet Çiğdem, Ayhan Pala, Namık Açıkgöz, Ahmet Nezihi, Yağmur Tunalı, Ahmet Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu, D. Mehmet Doğan, Ali Akbaş, Ahmet Bican Ercilasun, Taha Akyol, Namık Kemal Zeybek, Emine Işınsu, Serdar Sağlam, Umay Günay, Ayvaz Gökdemir, Mehmet Şahingöz, Ender Gökdemir, Mustafa Çalık, Senail Özkan, Sacit Çeyiz(şehit), Muhsin Yazıcıoğlu, Ali Batman, Ramiz Ongun, Alper Aksoy, Devlet Bahçeli, Alparslan Türkeş, Nuri Gürgür, Nevzat Kösoğlu, Muhammed Sarıtaş, Bahattin Ergezer, Şerife Çavuşoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Mualla Kavuncu, Orhan Kavuncu, Muharrem Şemsek, Sinan Ocak, Osman Oğuz, Haşim Akten, Ozan Arif, Kul Ozan, Muzaffer Şenduran, Garip Ozan, İslam Kürşatlı, Tahsin Ünal, Cengiz Aldemir, Kadir Tosun, İskender Öksüz, Hüseyin Özcan, Süleyman H. Bolay, Lokman Abbasoğlu, Muhsin Mete, Orhan Türkdoğan, Necmettin Hacıeminoğlu, Abdurrahim Karakoç, Bahattin Karakoç, Agâh O. Güner, Hasan Kayıhan, Mevlüt U. Yılmaz, Ali Mükremin Apaydın, Bayram B. Toker, Sadık Kemal Tural, Orhan Düzgüneş, Mehmet Önal, Cuma Biner, Seyfettin Manisalıgil ve daha birçok yaşayan, dağılmış, vefat etmiş kalemlerle aynı ortamı paylaştı.
12 Eylül 1980 ihtilali ile Mamak cezaevinde 17 ay tutuklu kalan Şehsuvaroğlu, burada da şiir yazmaya devam etti, Mehmet Tezel, İrşadi Yıldırım gibi akıncılarla, Ahmet Telli gibi devrimcilerle az da olsa şiir ortamını paylaştı. Beraat ettikten sonra İstanbul’a iki arkadaşıyla birlikte trenle gitti. Vedat Bilgin ve Naci Bostancı ile birlikte 12 Eylül sonrası Millet gazetesini Esat Güçhan’ın patronluğunda çıkardı. Bu gazetede Hayatın İçinden başlığı altında tam sayfa yönetti. ‘Hayatın İçinden’in isim babası Ahmet B. Ercilasun idi. Erol Güngör başyazardı, Taha Akyol Mustafa İlker adıyla yazardı.
Gazete üç ay yaşayabildi. Bu arada Ankara’da da Alper Aksoy Doğuş edebiyat dergisini çıkarıyordu. Orada da yazan yazar sonra askere gitti. Tuzla’daki eğitimden sonra yedek subay olarak Bingöl 49. Piyade Tugayında askerliğini tamamladı. 1983 yılında Genç Sanat yayınevini kurdu. Roger Garaudy’nin İslam ve Sosyalizm, Nevzat Kösoğlu’nun Kitap Şuuru kitaplarını hazırladı ve bastı. 12 Eylül’ün romanı Kafes’i de yine bu yayınevinden çıkardı. Genç Sanat Yayınevinde Nihat Genç’le birlikte bir mahfil oluşturdu. İstanbul’da Dağarcık dergisi Dursun Güleryüz ve Erkan Mumcu’nun aralarında bulunduğu bir grup arkadaş tarafından çıkarılıyordu. Derginin Ankara temsilcisi olarak da Lütfü Şehsuvaroğlu ve Nihat Genç bulunuyordu. Yayınevi batınca Uşak Pancar Kooperatifi’nde Ziraat Yüksek Mühendisi olarak iş bulup Ankara’dan gitti. 1984’de Sincan Belediye Başkan yardımcısı olarak Ankara’ya döndü. 1986 yılında Fen Bilimleri Enstitüsü’nde doktoraya başladı. Tarım Ekonomisi dalında doktora yaptı. Avrupa Ekonomik Topluluğu karşısında tarımsal işleme sanayimizin sınaî rekabet gücü analizini yaptığı doktora tezi 1991 yılında basıldı. Bu arada ilk şiir kitabı Eylül Seneleri’ni bastı. 1987 yılında haftalık Yeni Düşünce gazetesinin genel yayın yönetmeni oldu. Eşi İngiltere’de master programına gidince onunla beraber gittiği bu ülkede incelemelerde bulundu. 1989 yılında Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı Ankara İl Müdürlüğü’nde Yayım ve Enformasyon uzmanı olarak görev aldı, daha sonra Avrupa Topluluğu ve Dış İlişkiler Dairesi’ne atandı. 1991 yılında Yayın Dairesi Başkanı olan Şehsuvaroğlu burada YAYÇEP projesine imza attı. Bu görevde on yıl kalan yazar, tarımsal yayım yanında Türkiye Yazarlar Birliği’nde de her kademede görev alarak ve birçok dergi ve gazetede yazılar ve şiirler yayınlayarak kendini bürokrasiyle sınırlamadı. Münzevi Pürtelaş adlı ikinci şiir kitabı 1994 yılında basıldı. Radyo Birlik’in kuruluşunda çalıştı ve bu radyoda her gün program yaptı. 1996’da Türkiye Yazarlar Birliği genel başkanlığı görevini yürüttü. Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenlerini tertipleyenler arasında uzun yıllar görev aldı. 1995 yılında Büyük Birlik Partisi’nden Ankara Büyükşehir belediye başkanlığı için aday olarak siyasetle de bazı ilkeler adına uğraşmış oldu. 1997 yılında yayınladığı Su Barışı Türkiye ve Ortadoğu Su Politikaları araştırması, Türkiye’nin sınıraşan sularıyla ilgili ilk eser olarak gündeme oturdu. 1999 yılında yazdığı Milli Sivil Stratejik Konsept adlı kitabı Türkiye Yazarlar Birliği Fikir Ödülü kazandı. 2001 yılında yayın dairesi başkanlığından alındı. Böylece bürokraside kızağa çekilmiş oldu. Alternatif Yayınları’nın editörü olarak 24 kitaplık Türk Düşünce Ufukları serisini yayınladı. Namık Kemal, Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Nurettin Topçu ve Necip Fazıl kitaplarını bu seriden yayınladı. Bu arada Kutlu Doğum Haftası, Dünya Gıda Günü, Aile Haftası, Su sempozyumu gibi birçok ulusal ve uluslar arası toplantıda tebliğiler sundu. Türkiye Sulama Raporunu hazırlayanlar arasında yer aldı. Su ve Toprak Kaynaklarını Muhafaza ve Geliştirme Projesi (Strateji, Yönetim ve Eylem Planı) hazırladı. Fatih Üniversitesi Yüksek Okulu’nda, Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde ve yine aynı üniversitenin iletişim Fakülteleri’nde dersler verdi. Selçuklu Vakfı’nın başkanlığını yaptı. TSE yayın kurulunda görev yaptı.
2004 yılında TRT Yönetim Kurulu’na seçildi ve dört yıl görev yaptı. İki defa haksız görevden alınmasına rağmen hukuk kendisine işlemedi. Kendisini görevden alanları ve mahkemeleri Allah’a havale etti. 2008 yılında Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker tarafından müsteşar yardımcılığı görevine getirildi. 2024 adlı fiksiyon romanını çıkardı. Kürtler Nasıl Türk Olur – Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım, Namık Kemal ve Milliyetçilik, Ziya Gökalp ve Türkçülüğün Boyutları kitapları 2008 yılında basıldı. Avrasya Yazarlar Birliği’nin kurucuları arasında yer aldı ve genel başkan yardımcısı oldu.
Haber Ajanda, Kardeş Kalemler, Edebiyat Ortamı, Divan, Yeni Düşünce, Hareket, Türk Yurdu, Hasret, Genç Arkadaş, Gergef, Dağarcık, Yeni Türkiye, Belde, Hece, Türk Edebiyatı, Tarım ve Köy, Standard, Hakiş, Doğuş, Millet, Hergün, Zaman, Yeni Şafak, Son Çağrı, Ayyıldız, Yeniçağ ve daha birçok gazete ve dergilerde yazdı.
Beşiktaş Nasıl Kurtulur, Türk Sosyalizmi ve Nurettin Topçu, Türk Düşünce Tarihi, Su ve özellikle aruz vezniyle yazdığı şiirlerini topladığı La Havle adlı şiir kitabını bitirdi.
Evli ve üç çocuklu olan Şehsuvaroğlu, son yıllarda bestelerini gün yüzüne çıkarmaya başladı. Gam Gazeli, Felek Gazeli ve İmdad Gazeli yanında birçok sanat müziği ve türkü formatında beste yaptı. Gam Gazeli TRT repertuarından geçip Akşam Sefası’nda okundu.
Resim sanatıyla da uğraşan yazar, GESAM’ın da danışma kurulu üyeliğine seçilmişti. TYB, AYB, GESAM, İLESAM, Türk Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği, Selçuklu Vakfı gibi birçok sivil toplum kuruluşunda aktif görev yapan Şehsuvaroğlu, halen Tarım Bakanlığı’nda çalışıyor ve Avrasya Yazarlar Birliği Bşk.yrd. görevini yürütüyor.
Yayınlanmış Eserleri:
Esir Türkler 1977, Kafes(roman) 1983, Eylül Seneleri(şiir) 1985, Avrupa Topluluğu Karşısında Türkiye(sektör analizi-doktora) 1991, Münzevi Pürtelaş(şiir) 1986, Su Barışı – Türkiye Ortadoğu Su Politikaları 1997, Milli Sivil Stratejik Konsept(TYB Fikir Ödülü) 1999, Toprak ve Su Kaynaklarını Muhafaza ve Geliştirme – Strateji, Yönetim, Eylem Planı 2000, Nurettin Topçu(biyografi) 2003, Necip Fazıl(biyografi) 2004, Ziya Gökalp(biyografi) 2004, Mehmet Akif(biyografi) 2005, Namık Kemal(biyografi) 2005, 2024(roman) 2006, Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım – Kürtler Nasıl Türk Olur 2008, Türk Düşüncesinin Evrimi – Milliyetçilik ve Namık Kemal 2008, Ziya Gökalp ve Türkçülüğün Boyutları 2008

Lütfü Şehsuvaroğlu
1957 yılında Erzincan’da doğdu. İlköğrenimini Erzincan, İstanbul ve Turhal’da; ortaöğrenimini Turhal ve Ankara’da yaptı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde okurken dergiler çıkardı, cemiyetçilikle uğraştı. Kampanya döneminde Ankara Şeker Fabrikasında vagon kantarında ve tesellüm memuriyetlerinde bulundu. Etimesğut Büyük Ülkü Derneği başkanlığı sırasında yürüttüğü ‘Etimesğut Belediye Olmalıdır’ kampanyası, dönemin ideolojik mücadele atmosferinde farklı bir toplumsal faaliyet olarak ilgi çekti.
1974 yılında yazdığı Türk Milliyetçiliğinin Tarihi adlı araştırması, İstanbul Ülkü Ocakları’nın Türkçüler Bayramı vesilesiyle açtığı yarışmada ikinci geldi. Yarışmanın birincisi o sırada İstanbul Üniversitesi doktor asistanlarından Erol Güngör’dü. Bir bölümü 1976’da Millet gazetesinde tefrika edilen eserin elde kalan son nüshasını 1978 yılında Hergün gazetesinde çalışan ve Enver Altaylı ile birlikte kurdukları yayınevinin editörü olan Taha Akyol kaybetti. Hasret, Genç Arkadaş, Nizam-ı Âlem ve Divan Edebiyat dergilerini çıkaran Şehsuvaroğlu, Millet ve Hergün gazetelerinde de yazdı. Hergün gazetesinin Ocak sayfasını yönetti. Selahattin Sarı’nın genel başkanlığını yaptığı Ülkü Ocakları’nın yönetim kurulunda görev aldı ve genel eğitim sekreterliği görevini deruhte etti. Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkan olduğu dönemde de yönetim kurulunda görev alan Şehsuvaroğlu, Ülkü Ocakları genel başkanlığı görevini Yazıcıoğlu’ndan devraldı. Yazıcıoğlu Ülkücü Gençlik Derneği genel başkanı olurken bütün Ülkü Ocakları şubeleri ÜGD’ye dönüştürüldü. Ülkü Ocakları, bir fikir ve sanat kurumu olarak görevini sürdürürken aynı zamanda hakkındaki davaları takip ediyor, mahkemelerde kendini savunuyordu. 1977 yılında Esir Türkler kitabını yayınlayan Şehsuvaroğlu, bu arada Derviş Edip ve Muhip Alp mahlaslarıyla da şiir ve tasavvufî yazılar yazdı. Bu dönemde Necip Fazıl Kısakürek, Cemil Meriç, Seyit Ahmet Arvasi, Erol Güngör, Ahmet Kabaklı ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ile sıklıkla görüşmeler yaptı. Haftada iki defa geldiği ve yayın yönetmenliğini Enver Altaylı’nın yaptığı Hergün’ün Ocak sayfasını yaptığı İstanbul’da önce Tercüman’da Kabaklı Hoca ile sohbet yapar, sonra İstanbul Üniversitesi’nde Erol Güngör’e uğrar, daha sonra Türk Edebiyatı Vakfı’nda Niyazi Y. Gençosmanoğlu’nun telefonlarından Anadolu yakasındaki Necip Fazıl ve Cemil Meriç aranırdı. Göztepe’de Cemil Meriç’le derin fikrî seyahatlerden sonra Erenköy’de üstadın evinde ilaç kokulu çaydan içilirken kelimelerin deryasında âdeta sörf yapılır ve gecenin ilerleyen saatlerinde Arvasi’nin evinde neredeyse ucu açık değerlendirmelerle İstanbul’un bereketi destelenirdi. İstanbul’da Necdet Sevinç, Mehmet Narin, Mehmet Gül, Dursun Güleryüz ve Beyaz Saray ile Küllük de Gazete, Ocak ve üstadların yanında bir başka ortamı oluştururdu. Ankara’da ise Galip Erdem, Burhan Kavuncu, Mümtaz’er Türköne, Naci Bostancı, Kemal Görmez, Nuri Gedik, Nihat Genç, Ahmet Çiğdem, Ayhan Pala, Namık Açıkgöz, Ahmet Nezihi, Yağmur Tunalı, Ahmet Turan Alkan, Beşir Ayvazoğlu, D. Mehmet Doğan, Ali Akbaş, Ahmet Bican Ercilasun, Taha Akyol, Namık Kemal Zeybek, Emine Işınsu, Serdar Sağlam, Umay Günay, Ayvaz Gökdemir, Mehmet Şahingöz, Ender Gökdemir, Mustafa Çalık, Senail Özkan, Sacit Çeyiz(şehit), Muhsin Yazıcıoğlu, Ali Batman, Ramiz Ongun, Alper Aksoy, Devlet Bahçeli, Alparslan Türkeş, Nuri Gürgür, Nevzat Kösoğlu, Muhammed Sarıtaş, Bahattin Ergezer, Şerife Çavuşoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Mualla Kavuncu, Orhan Kavuncu, Muharrem Şemsek, Sinan Ocak, Osman Oğuz, Haşim Akten, Ozan Arif, Kul Ozan, Muzaffer Şenduran, Garip Ozan, İslam Kürşatlı, Tahsin Ünal, Cengiz Aldemir, Kadir Tosun, İskender Öksüz, Hüseyin Özcan, Süleyman H. Bolay, Lokman Abbasoğlu, Muhsin Mete, Orhan Türkdoğan, Necmettin Hacıeminoğlu, Abdurrahim Karakoç, Bahattin Karakoç, Agâh O. Güner, Hasan Kayıhan, Mevlüt U. Yılmaz, Ali Mükremin Apaydın, Bayram B. Toker, Sadık Kemal Tural, Orhan Düzgüneş, Mehmet Önal, Cuma Biner, Seyfettin Manisalıgil ve daha birçok yaşayan, dağılmış, vefat etmiş kalemlerle aynı ortamı paylaştı. 12 Eylül 1980 ihtilali ile Mamak cezaevinde 17 ay tutuklu kalan Şehsuvaroğlu, burada da şiir yazmaya devam etti, Mehmet Tezel, İrşadi Yıldırım gibi akıncılarla, Ahmet Telli gibi devrimcilerle az da olsa şiir ortamını paylaştı. Beraat ettikten sonra İstanbul’a iki arkadaşıyla birlikte trenle gitti. Vedat Bilgin ve Naci Bostancı ile birlikte 12 Eylül sonrası Millet gazetesini Esat Güçhan’ın patronluğunda çıkardı. Bu gazetede Hayatın İçinden başlığı altında tam sayfa yönetti. ‘Hayatın İçinden’in isim babası Ahmet B. Ercilasun idi. Erol Güngör başyazardı, Taha Akyol Mustafa İlker adıyla yazardı. Gazete üç ay yaşayabildi. Bu arada Ankara’da da Alper Aksoy Doğuş edebiyat dergisini çıkarıyordu. Orada da yazan yazar sonra askere gitti. Tuzla’daki eğitimden sonra yedek subay olarak Bingöl 49. Piyade Tugayında askerliğini tamamladı. 1983 yılında Genç Sanat yayınevini kurdu. Roger Garaudy’nin İslam ve Sosyalizm, Nevzat Kösoğlu’nun Kitap Şuuru kitaplarını hazırladı ve bastı. 12 Eylül’ün romanı Kafes’i de yine bu yayınevinden çıkardı. Genç Sanat Yayınevinde Nihat Genç’le birlikte bir mahfil oluşturdu. İstanbul’da Dağarcık dergisi Dursun Güleryüz ve Erkan Mumcu’nun aralarında bulunduğu bir grup arkadaş tarafından çıkarılıyordu. Derginin Ankara temsilcisi olarak da Lütfü Şehsuvaroğlu ve Nihat Genç bulunuyordu. Yayınevi batınca Uşak Pancar Kooperatifi’nde Ziraat Yüksek Mühendisi olarak iş bulup Ankara’dan gitti. 1984’de Sincan Belediye Başkan yardımcısı olarak Ankara’ya döndü. 1986 yılında Fen Bilimleri Enstitüsü’nde doktoraya başladı. Tarım Ekonomisi dalında doktora yaptı. Avrupa Ekonomik Topluluğu karşısında tarımsal işleme sanayimizin sınaî rekabet gücü analizini yaptığı doktora tezi 1991 yılında basıldı. Bu arada ilk şiir kitabı Eylül Seneleri’ni bastı. 1987 yılında haftalık Yeni Düşünce gazetesinin genel yayın yönetmeni oldu. Eşi İngiltere’de master programına gidince onunla beraber gittiği bu ülkede incelemelerde bulundu. 1989 yılında Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı Ankara İl Müdürlüğü’nde Yayım ve Enformasyon uzmanı olarak görev aldı, daha sonra Avrupa Topluluğu ve Dış İlişkiler Dairesi’ne atandı. 1991 yılında Yayın Dairesi Başkanı olan Şehsuvaroğlu burada YAYÇEP projesine imza attı. Bu görevde on yıl kalan yazar, tarımsal yayım yanında Türkiye Yazarlar Birliği’nde de her kademede görev alarak ve birçok dergi ve gazetede yazılar ve şiirler yayınlayarak kendini bürokrasiyle sınırlamadı. Münzevi Pürtelaş adlı ikinci şiir kitabı 1994 yılında basıldı. Radyo Birlik’in kuruluşunda çalıştı ve bu radyoda her gün program yaptı. 1996’da Türkiye Yazarlar Birliği genel başkanlığı görevini yürüttü. Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenlerini tertipleyenler arasında uzun yıllar görev aldı. 1995 yılında Büyük Birlik Partisi’nden Ankara Büyükşehir belediye başkanlığı için aday olarak siyasetle de bazı ilkeler adına uğraşmış oldu. 1997 yılında yayınladığı Su Barışı Türkiye ve Ortadoğu Su Politikaları araştırması, Türkiye’nin sınıraşan sularıyla ilgili ilk eser olarak gündeme oturdu. 1999 yılında yazdığı Milli Sivil Stratejik Konsept adlı kitabı Türkiye Yazarlar Birliği Fikir Ödülü kazandı. 2001 yılında yayın dairesi başkanlığından alındı. Böylece bürokraside kızağa çekilmiş oldu. Alternatif Yayınları’nın editörü olarak 24 kitaplık Türk Düşünce Ufukları serisini yayınladı. Namık Kemal, Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Nurettin Topçu ve Necip Fazıl kitaplarını bu seriden yayınladı. Bu arada Kutlu Doğum Haftası, Dünya Gıda Günü, Aile Haftası, Su sempozyumu gibi birçok ulusal ve uluslar arası toplantıda tebliğiler sundu. Türkiye Sulama Raporunu hazırlayanlar arasında yer aldı. Su ve Toprak Kaynaklarını Muhafaza ve Geliştirme Projesi (Strateji, Yönetim ve Eylem Planı) hazırladı. Fatih Üniversitesi Yüksek Okulu’nda, Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde ve yine aynı üniversitenin iletişim Fakülteleri’nde dersler verdi. Selçuklu Vakfı’nın başkanlığını yaptı. TSE yayın kurulunda görev yaptı. 2004 yılında TRT Yönetim Kurulu’na seçildi ve dört yıl görev yaptı. İki defa haksız görevden alınmasına rağmen hukuk kendisine işlemedi. Kendisini görevden alanları ve mahkemeleri Allah’a havale etti. 2008 yılında Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker tarafından müsteşar yardımcılığı görevine getirildi. 2024 adlı fiksiyon romanını çıkardı. Kürtler Nasıl Türk Olur – Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım, Namık Kemal ve Milliyetçilik, Ziya Gökalp ve Türkçülüğün Boyutları kitapları 2008 yılında basıldı. Avrasya Yazarlar Birliği’nin kurucuları arasında yer aldı ve genel başkan yardımcısı oldu. Haber Ajanda, Kardeş Kalemler, Edebiyat Ortamı, Divan, Yeni Düşünce, Hareket, Türk Yurdu, Hasret, Genç Arkadaş, Gergef, Dağarcık, Yeni Türkiye, Belde, Hece, Türk Edebiyatı, Tarım ve Köy, Standard, Hakiş, Doğuş, Millet, Hergün, Zaman, Yeni Şafak, Son Çağrı, Ayyıldız, Yeniçağ ve daha birçok gazete ve dergilerde yazdı. Beşiktaş Nasıl Kurtulur, Türk Sosyalizmi ve Nurettin Topçu, Türk Düşünce Tarihi, Su ve özellikle aruz vezniyle yazdığı şiirlerini topladığı La Havle adlı şiir kitabını bitirdi. Evli ve üç çocuklu olan Şehsuvaroğlu, son yıllarda bestelerini gün yüzüne çıkarmaya başladı. Gam Gazeli, Felek Gazeli ve İmdad Gazeli yanında birçok sanat müziği ve türkü formatında beste yaptı. Gam Gazeli TRT repertuarından geçip Akşam Sefası’nda okundu. Resim sanatıyla da uğraşan yazar, GESAM’ın da danışma kurulu üyeliğine seçilmişti. TYB, AYB, GESAM, İLESAM, Türk Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği, Selçuklu Vakfı gibi birçok sivil toplum kuruluşunda aktif görev yapan Şehsuvaroğlu, halen Tarım Bakanlığı’nda çalışıyor ve Avrasya Yazarlar Birliği Bşk.yrd. görevini yürütüyor. Yayınlanmış Eserleri: Esir Türkler 1977, Kafes(roman) 1983, Eylül Seneleri(şiir) 1985, Avrupa Topluluğu Karşısında Türkiye(sektör analizi-doktora) 1991, Münzevi Pürtelaş(şiir) 1986, Su Barışı – Türkiye Ortadoğu Su Politikaları 1997, Milli Sivil Stratejik Konsept(TYB Fikir Ödülü) 1999, Toprak ve Su Kaynaklarını Muhafaza ve Geliştirme – Strateji, Yönetim, Eylem Planı 2000, Nurettin Topçu(biyografi) 2003, Necip Fazıl(biyografi) 2004, Ziya Gökalp(biyografi) 2004, Mehmet Akif(biyografi) 2005, Namık Kemal(biyografi) 2005, 2024(roman) 2006, Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım – Kürtler Nasıl Türk Olur 2008, Türk Düşüncesinin Evrimi – Milliyetçilik ve Namık Kemal 2008, Ziya Gökalp ve Türkçülüğün Boyutları 2008 Kaynak: Bilgeoguz Yayinlari